31 Ekim 2008 Cuma

Yarın hayatınızda...

Her ayın sonunda sorduğumuz soruyu bu sefer ayın en çok konuşulan markası için soralım;


Digiturk olmasa...

Şirket, herhangi bir sebepten ötürü yarından itibaren tüm yayınlarına ve ticari faaliyetlerine son verme kararı alsa... Lig TV maçları, Max'lı film kanalları ve popüler Digiturk servislerinin tümü farklı bir platforma geçse... Evdeki decoder cihazı, videoların ve VCD player'ların uğradığı akıbete uğrasa ve teknoloji çöplüğündeki yerlerini alsalar...

Dijital yayıncılık hizmeti sağlayan bu markayı özler misiniz? Yoksa umrunuzda olmaz mı?

26 Ekim 2008 Pazar

Blogger'ı kapattıran Digiturk kriz iletişimini "nasıl" yürütecek?

Burası enteresan bir ülke. Cidden.
Pire için yorgan, kene için orman yakmayı marifet bilen bir zihniyete sahip insanların ülkesinde, maç yayını yapılıyor diye sınıf ayrımı gözetmeksizin blogger'ın tamamen kapattırılmasını garipsememeliyiz.

Herkes bunun sorumlusunu arıyordu ve sorumlu nihayet bulundu. Yarın Digiturk, daha önce hiç yaşamadığı (ve yaşayacağını ummadığı) bir kriz yaşayacak diye düşünüyorum.

Şimdiden bazı gruplarda Digiturk çalışanlarına toplu mail gönderim kampanyaları başladı. Bazıları ise blogger ve blog okuyucularını Digiturk'lerini iptal ettirmeye çağırıyor.
Sayısını kestirmek çok güç olur elbette, ancak bir çok insanın bu yönde karar almasını diliyorum. Bakalım özgürlüklerimiz uğruna küçük lükslerimizden vazgeçebilecek miyiz...

Digiturk bu haftayı bir kriz iletişimi stratejisi düşünmekle harcasa iyi eder. Ben onlardan, bu işin pisliğini direk olarak mahkeme kararına atmalarını, söz konusu davanın bir kaç blogu kapsadığını, tüm blogger account'larının kapatılmasının büyük bir talihsizlik ve yanlış anlaşılma olduğuna dair bir açıklama bekliyorum -ki bu da yapabilecekleri en basit şey olacaktır.

Eğer yazımın başlığında "nasıl" diyerek (hemen her yazımda olduğu gibi) bir çözüm önerisi sunacağımı düşündüyseniz yanıldınız.
Oradaki "nasıl", Digiturk'ün iletişim metotlarını değil, bu iletişimi hangi yüzle yapacağını sorgulamaya yönelik bir nasıl sorusu çünkü...

Not: Herkesin bu konu üzerinde yazdığı bugünlerde başka bir konuya değinip kafaları dağıtmak isterdim, ancak içimden gelmedi.

23 Ekim 2008 Perşembe

Bir banner ne kadar rahatsız edici olabilir?

Bunun adını bulamadım.
"Yazmayım, yazmayım..." diyorum, ama insanı çileden çıkarıyorlar!
Zaten buna banner marketing bile diyemem, olsa olsa taciz diyebilirim.



Kullanıcılar açısından bakıldığında, kendi başına inmesi ayrı bir sinir bozukluğu yaratırken, marka açısından baktığımızda şeffaf tasarımla vermek istediği mesajı da vermediğini görüyoruz.
5 ayrı markanın bir banner da toplanıp mesaj karmaşası yaratması da cabası!

Banner desek mesajı okunmuyor, haber okumak istesek haber gözükmüyor...

İnteraktif ajans ile marka yöneticisi arasında geçen konuşmayı tahmin edebiliyorum;
İA: Bu çalışmayı hem kullanıcıların gözünden kaçmayacak hem de onları rahatsız etmeyecek bir tasarımla şeffaflaştırdık!
MY: Vaaay fikir süper! Böylece antipatik olmadan mesajımızı ulaştırabileceğiz.

Bu tip çalışmaları uygulamadan önce kendinize sorun; "Ben kısıtlı vaktimi haber almak için harcıyorum. Bu şekilde bir mesajla taciz edilmek hoşuma gider miydi?

Herşey bir yana, (bu tip banner çalışmaları için kaç para alıyorlar bilemiyorum ancak) haber portalları sırf bu ve benzer tacizler yüzünden bile okuyucularını kaybedebileceklerini düşünüp uzun vadede kaybetmemek için bu çalışmalardan uzak durmalılar.

Bir gün kullanıcı tecrübesini görmezden gelerek iş yapmamayı öğreneceğimizi umuyorum.

20 Ekim 2008 Pazartesi

Sen ver, o çıkarır...

Geçtiğimiz bayramda atıştırmak için yolumun üzerinde bulunan, namı bilinen bir büfe'ye girdim.
Bir sandviç söyledim ve "içinde patates olmasın lütfen" diye de belirttim.

2 dakika sonra kasadan, servis elemanı ile şefin arasında geçen şu konuşmayı duydum;
Servis Elemanı: "Usta, bu sandviçte patates olmayacaktı"
Şef: "Sen ver, o çıkarır!"

Yani, sandviç'in nesne yerine gizli özne olduğu, özne yerine geçmesi gereken şahsımın (yani müşteri'nin) zamir olduğuna şahit oldum.
Özne ürün yerine ben olsaydım, o sandviçe patates konulmazdı.

Müşteri tecrübesi yönetimi üzerine bildiğim, okuduğum ve tartıştığım şeyler kafamdan geçti.
Müşteri tecrübesi yönetimi üzerine fazla bile düşündüğümüzü hissettim.
Sandviç ve servis hakkında ne mi yaptım? Güldüm geçtim...

16 Ekim 2008 Perşembe

Sokakta broşür dağıtmak

Sizce gerçekten işe yarıyor mu? Yoksa insanlar, zorla ellerine tutuşturan bu kağıtlardan, onları yere atmak pahasına hemen kurtulmak mı istiyorlar?

Poşet dağıtmak bana broşür dağıtmaktan akıllıca geliyor.

Çok özel bir fikir değil ve broşür dağıtmaktan biraz daha maliyetli, ancak broşürler gibi yere atılmaz, insanlarla yolculuk eder, evlerine kadar girer, hatta ihtiyaç olduğunda yeniden sokaklara bile dönebilirler...

Bu sayede hem etkiyi artırmış, hem insanların işine yarayacak bir şey yapmış, hem de çevre kirliliğine (ve belediyeye çöp vergisi ödemeye!) mahal vermemiş olursunuz.

Konusu açılmışken, son zamanlarda gördüğüm en başarılı uygulamalardan birini Carlsberg yapmış.


Uzun zamandır bu kadar çarpıcı bir gerilla uygulama görmemiştim. Fikre, görüntüye, tasarımın boyutlandırılmasına hayran olmamak elde değil.

Bu kalitede bir uygulama yapmasanız da, broşür dağıtmaktan şık olduğu bir gerçek...

14 Ekim 2008 Salı

Internet ve evrim

Internet'i seviyorum.
Sadece iletişim açısından sağladığı kolaylıklardan dolayı değil, hayatlarımızı ve yüzyıllardır süregelen alışkanlıklarımızı geri döndürülemez biçimde değiştirdiği için.


Ekonomiye getirdiği dinamizm açısından bakacak olursak, internet, bir çok yeni iş koluna gebe. İşin güzel yanı, bu işleri kurabilmek için eskisi gibi yoğun sermaye değil, genellikle iyi bir fikir yeterli oluyor!

"Her gün bir ürün, en uygun fiyata" konseptli siteler bu ara pek revaçta. Bu segment'in tartışmasız lideri olan indragandi.com pazardan çekildiğinden beri bir çok yeni site yayına girdi...

Bu segment'te indragandi'nin boşalttığı koltuğu doldurmak için kıyasıya bir yarış verilirken beklenmedik bir şey oldu.
İndirim Listesi yayın hayatına girdi ve bu sitelerin fırsatlarını yayınlayarak insanları tek tek site takip etme zahmetinden kurtardı!

Fikrin içinden çıkan yeni fikir, yeni kurallar.
Diğerleri?
Onlar artık İndirim Listesi için bir araç...

Gücün tanımının fiziksel kuvvet'ten finansal varlığa, finansal varlıktan fikirsel zenginliğe kaydığına şahit olduğumuz bir yüzyıldayız, ve bu çok hızlı gerçekleşiyor...

Bu açıdan bakarsak "Evrimsel" bir değişim bile diyebiliriz.

11 Ekim 2008 Cumartesi

Proaktif davranmak...

"Değişime uyum" sizde neyi çağrıştırıyor?

Proaktif davranmak değişime uyum sağlamak mıdır?

Bence "değişime uyum sağlamak" reaksiyon göstermenin ta kendisi!

Ben "proaktif davranmak" tanımını, koşullara uymak değil, yeni koşullar yaratmak olduğuna inanıyorum.

Şayet bir gün "Böyle bir şey yapmışlar, biz de böyle yapmalıyız" cümlesini duyarsanız, bilin ki şaşırtan eylemi yapan gizli özne proaktif davranan taraftır.

Bu cümleyi sarfedenler için ise söylenecek özel bir şey yok, çünkü onlara her yerde rastlamak mümkün...

9 Ekim 2008 Perşembe

Değişim ve liderlik

Değişimi bir çok şirket arzular.

Eğer ortada çok niş ve doymuş bir pazar, çok spesifik ve ayrıştırıcı bir ürün/hizmet yoksa, teknenizin denizdeki değişim dalgalarına karşı hazır durması gerekir.

Özgür MADO nasıl Lovemark olur? yazısının altına yaptığı yorumda demiş ki; "markalar bunca büyük yatırımlara rağmen ilk adımı atmak yerine bekle-gör-gerekiyorsa düzelt* politikası ile hareket ediyor ".


Değişimi arzulayan şirketleri iki sınıfa ayırabiliriz;

1-Değişimi isteyen, fakat bunun için hiç bir çaba sarfetmeyip herşeyin kendi kendine olmasını bekleyenler.
2-Değişimi isteyen ve bunun için çaba sarfedenler.

Ancak, çaba sarfetmek tek başına yeterli olmuyor. Bu çabanın örgüt içinde benimsenmesi önemli.
İkinci grubun çoğunluğu, tam da Özgür'ün sözünü ettiği davranışsal soruna sahip; reaktif davranma.

Değişimin yaratacağı yan etkileri düşünmeden harekete geçildiğinde gösterilen davranış biçimi.

Bu konuda en sevdiğim (ve en güncel) örneklerden biri
Polis Teşkilatı'nın imajını değiştirme çabası içerisine girdiği dönemin 1 Mayıs olaylarına denk gelmesiyle PR konusunda yaşadığı hezimettir.

Kurumun durmak istediği yer ve insanların zihninde durdukları yer birbirinden ne kadar uzak olursa, değişimin yükü de o denli ağır oluyor.

Burada yükü taşıyacak kişiler, kurumu temsil eden insanlar (çalışan demiyorum, kurum ile ilişkisi olan herkes) oluyor. Değişimin bireylerden başladığına inanıyorsanız, bunun biraz da kişisel gelişim isteği ile ilgisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Peki burada pazarlama iletişimi yöneticilerinin rolü ne olmalı?
Altlarındaki insanlara sıkı bir eğitim sunmak yerine, gerçek bir lider gibi davranarak, bu yükü taşırken onlara destek olmak.

"Bu ülkede pıtırcık misali her yerde "lider" bitmesine rağmen bu çöküşler niye?" diye soranları, lider tanımını bir kez daha sorgulamaya davet ediyorum.

*Bekle-Gör-Düzelt mantığına sahip olmamız yalnız şirketlerin sorunu değil, eğitim sisteminin birey bazında bize bıraktığı bir davranış sorunu olduğunu düşünüyorum (benim saptamalarım haricinde, aynı zamanda bir akademisyen olan
Uğur Özmen'in bu konuyu benden daha iyi işleyebileceğine inandığımdan konuyu kendisine bırakıyorum).

6 Ekim 2008 Pazartesi

MADO nasıl Lovemark olur?

Bu haftasonu arkadaşlarımla dolaşırken Maltepe sahilindeki MADO'da bir mola verdik.
Tercih benim tercihim değildi. MADO. Benim için menüsünde olağandışı hiç bir şey barındırmayan, sıradan dondurmalar, sıradan pastalar, sıradan içeceklerden ibaret bir cafe zinciri...


Arkadaşlarımın hesabını da ödemek için kartımı verdim. Görevli 2 dakika sonra geri gelerek bana sanki bir ikramda bulunacakmış gibi kibar bir üslupla beni kasaya davet etti. Ardından şöyle dedi;
"Arkadaşlarınızın yanında söylemek istemedim, ancak kartınızın limiti dolmuş, başka kartınız varsa oradan deneyelim?"
"Elbette" deyip başka bir kart uzattım.
Bu tip şeylerden mahcubiyet duymadığımdan (neticede herkesin limiti dolabilir, değil mi?), yaklaşımın inceliğini masaya döndüğümde farkettim.

Markalar hakkındaki kanaatimizi önce satış noktasında (mantık) ve satınalma sonrasında yaşanan olumlu/olumsuz deneyimlerin (duygular) yardımıyla belirleriz.

Benim için bir anlam ifade etmeyen MADO, beni düşünüp böylesi insani bir yaklaşımda bulunarak bir çok büyük bariyeri aştı.

Basit, ancak bir o kadar da zor.

Bu deneyimden sonra kafamı kurcalayan 2 şey var;
1-Bu yaklaşım kişi kaynaklı mı yoksa kurumsal kültürün bir etkisi mi?
2-Elimde alternatif bir ödeme metodu olmadığını söyleseydim masaya dönmem mi gerekecekti yoksa başka bir çözüm üretilecek miydi?*

Bir kez daha emin olduğum şey; aynı etkiyi milyonlarca liralık medya harcamasıyla yaratamazsınız. İnsanları harekete geçiren şey duygulardır.

Eğer bu yaklaşım çalışana değil de MADO'ya aitse, binlerce müşteriye benim henüz aklıma gelmeyen yüzlerce benzer olumlu deneyim yaşatabilir ve bu insanlar için bir lovemark haline gelebilirler.

Geleceğin kazananları, -önceden de bahsettiğimiz gibi- mekanik prosedürleri bir kenara bırakıp insana daha yakın, organik davranan işletmeler olacağı gün gibi ortada...


*Hızlı düşünüp 2.seçimi yapmadığım için kendime kızıyorum, sanırım cevabını hiç öğrenemeyeceğim. Ancak, birinci sorunun cevabını -belki- blogları takip eden bir MADO yetkilisi verebilir?

3 Ekim 2008 Cuma

Kimler bayramda gazeteye reklam vermez?

Buram buram bir "biz batıyoruz, haberiniz olsun" çalışması.
Agresif bir metin, "bizi unuttunuz!" saldırganlığı var sanki... Metni büyütüp okuyabilirsiniz.
Yine de beni çok neşelendirdi!



Bir kaç ekleme de ben yapmak isterim; Kimler bayramda gazeteye reklam vermez?

-Bu mecranın içerisine girerek farklılaşacağına inanmayanlar.
-Gençleri başka yerlerde tavlamak isteyen marka yöneticileri.
-Sokağa atılacak parası olmayanlar.
-Gazetelerin (zaten çok düşük olan) eski tirajlarını da yitirdiğine inananlar.
-Aklını kullanıp insanlara daha yakın olan, onlara dokunabilecek mecralara yatırım yapanlar.
-Görsellerin gazete sayfalarında güzel görünmediğini düşünenler.


Benim bir kalemde sıralayabildiklerim bunlar.
Eklemeleriniz olursa beklerim...