31 Temmuz 2007 Salı

Sahici müşteri memnuniyeti

Bu sabah Göztepe Midi Tansaş'tan karpuz aldım. Kasadan geçirdikten hemen sonra arkadaşımla torbaya koyalım derken dalgınlığımız ve aceleciliğimiz yüzünden torba yırtıldı ve karpuz yere düşüp patladı.

Bir süre patlayan karpuza boş boş baktıktan sonra aldığım diğer ürünleri poşete koydum ve marketten dışarı çıktım. Aldıklarımızı arabaya koyarken güvenlik görevlisi gelip karpuzun iadesini ya da yenisini isteyip istemediğimizi sormadı, gelip bu seçimi yapmamız konusunda bizi uyardı.

Markete tekrar girip aldığım kiloda bir karpuz seçtik, yeni seçtiğim karpuz 700 gr. daha az geliyordu ve kasaya gidip iade almamı ya da aldığımdan ağırını vermeyi teklif ettiler. Şaşkınlıkla teşekkür edip çıktım.

Her yerde böyle mi bilmiyorum, sanmıyorum da. Tansaş bu "müşteri memnuniyeti" ilkesine iyi takmış gibi. Kendi kabahatleri ya da ayıpları değil, karpuzu değiştirmek zorunda da değiller çünkü tamamen bizim dikkatsizliğimiz, marketten çıkıp arabaya binmek üzereyken de yakalayıp çözüm önerilerinde bulundular...

"Helal olsun!" diyorum.

30 Temmuz 2007 Pazartesi

Pop müzikte pazarlama iletişimi

Geçenlerde TV'de, Erol Köse'nin "Pop müzik pazarlaması" hakkındaki demecini Göze'yle birlikte izledik. Erol bey, bu piyasada işin gurusu sayılıyor olacak ki, kendisine atfedilen övgülerle dolu dış sesten sonra kendisinden şu sözleri, altı çizili renkli yazılar eşliğinde aldık;

Madde 1:
İlk olarak kadını soyuyoruz. Bu iş soyunmadan olmuyor. Kadını soyacağız.

Madde 2:
Bir polemiğin ya da kavganın içine sokacağız. Gündemde olan başka bir sanatçıyla kafa kafaya vurduracağız, yok olur mu öyle şey, ayıp falan diyenler olur, onları eninde sonunda yola getirir ikna ederiz. Yoksa nasıl gündemde kalırız? Hem size malzeme oluyor, hem de bizim işimize geliyor.

Zaten ne yaptığınız ortada da, bari bunu bu denli arsızca söyleyip, "pazarlama", "imaj yönetimi" ya da "iletişim çalışmaları" gibi adlandırmayın.

İmaj yönetimi kadınları çıplaklaştırmak,
İletişim çalışmaları kuduz köpekler gibi sağa sola saldırıp kulvar içi - kulvar dışı kimselere çamur atmak,
Pazarlama'da bu yelpazedeki faaliyetlerin tümüyse, ben hangi mesleği yapıyorum?

28 Temmuz 2007 Cumartesi

Sütaş Parade

Sütaş ineğini sevmiyorum ve ondan kurtulmayarak yanlış yaptıklarını düşünüyorum. Fakat bu sefer 12'den vurdular.

Cow Parade ana sponsoru olmak çok iyi fikir. Daha iyi oturamazdı, inek bu sefer işe yaradı gibi...

http://www.cowparade-istanbul.com/

27 Temmuz 2007 Cuma

Allah akıl fikir versin...

Zekiliğin kriteri nedir? Daha komplike matematik işlemleri çözebilmek mi, birden fazla dil konuşmak mı, sanatta yetenek mi, yoksa sosyal nezaket kurallarına aşırı hakimiyet mi? ,
Bence düşünebilmektir...

İnsanların yeteneklerinin değiştiğinin taaa lisede farkına varmıştım. Lise yıllarımda aklım başka yerlerdeydi, kimin değildi ki? Dolayısıyla okulda da son derece başarısızdım. Fakat başarılı olan arkadaşlarımla kendimi kıyasladığımda, aslında onlardan fikren daha donanımlı olduğumu gözlemlemiştim. Bu, tam da sistemde bir dengesizliğin olduğunu kavradığım ilk an oldu.

Bugünlerde büyük bir televizyon mucizesi ekranda; Güzel ve Dahi. 2007 yazına damga vuran belki de tek program. Herkes onu konuşuyor, herkes yorumlarda bulunuyor, herkes taraf tutuyor... Bu tip programların yayılma prensibi zaten viral, ev kadınları mecrasıyla WOMM yapmak suretiyle yayına girdiği 3 hafta içerisinde milyonlarca insanın dillerine dolanmış durumda.

Show TV yine 12'den vurdu. Ancak, yarışmanın formatına sadık kalmak yerine halkımızın beğenisine göre modifiye ettiği bu programa katılan "seçmece"lerin, ülkemizde ayrımcılığın en âlâsını gören kadınlarımızın istikrarlı bir şekilde yükselen imajına ve itibarına gerçekten zarar verdikleri apaçık ortada. Bir de özel üniversite - devlet üniversitesi tartışması ortaya atıldı ki, akıllara zarar. Halbuki ne özel üniversiteleri savunanların kalitesi, ne de devlet üniversitelerini savunanların kapasitesi bu muhakemeyi yapmaya yeterli.

Ben de programı yakaladığımda takip ediyorum. Gördüğüm kadarıyla
"Dahi" diye nitelendirilen oğlanlar eğitim almış, sosyal fobileri olan şaşkın tipler. "Güzel" diye nitelendirilen kızlar da bir çoğumuzun güzellik kavramını değiştirecek nitelikte, cahil ve en kötüsü de öğrenme isteği olmayan, kendini bilmezce kibir sahibi insanlar. Öyle ki;

-Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu tarihi,
-TBMM'nin açılış tarihini,
-Dünyada kıyametin koptuğu Bağdat'ın hangi ülkenin başkenti olduğunu (ya da artık olmadığını),
-Hırvatistan, Çin Halk Cumhuriyeti adında ülkeler olduğundan bi haber,
-İstanbul'a komşu İ ve Z harfleriyle başlayan ilin İzmir ya da İznik olduğunu düşünen bu kızlarımız, 8 yaşındaki kuzenimin bile sorularla beraber eşzamanlı olarak bu cevapları veremediklerinde olanca pişkinlikleriyle "bunları bilmek zorunda değiliz" diyebiliyorlar.


Videodaki şaşkın oğlan da "düşünseydi bulurdu" diyor. Bence 1000 yıl düşünse gene bulamaz =) Bu görüntülerden sonra kendi aralarında birbirlerine "gerizekalı" etiketi yapıştırıp önce ağlıyor, 10 dakika sonra da tekrar gülüp oynayabiliyorlar. Ee, ne diyelim;

Sathi insanlar kolay sağalır, bir yastığa ne kadar yumruk atsan çürütemezsin.

25 Temmuz 2007 Çarşamba

People in Need

Bir yardımlaşma kampanyası, çalışmalar oldukça çarpıcı...




Artık harcamalarımızı yaparken, lükslerimizi "ihtiyaç" diye isimlendiriyoruz. Neyin ihtiyaç olduğunu gerçekten iyi anlatılmış. Bu susuzlukta benim en çarpıcı bulduğum dördüncü ilan oldu...

24 Temmuz 2007 Salı

Bitmeyen istekler

Geçenlerde bir İK sitesinden mailime gelen bir ilan. Firma adı elbette ki tarafımdan sansüre kurban gitti. Bozmadan aynen aşağıda;

"pazarlama

İşin Tanımı
Mümessillğini yaptığımız bir italyan firma adına tanınmış mimarları ve inşaat şirketlerini ziyaret edecek, ürün tanıtımı yapacak, projeleri takip edecek mümkün ise mimar olması tercih edilen bir müşteri temsilci aranmaktadır
Aranan Nitelikler
* mecburi italyanca bilen
* tercihen 2. dil ingilizce
* oto ehliyetli (faal olarak kullanan)
* tercihen avrupa yakasında ikamet eden
* ofis programlarını kullanan
* prezentabl
* tercihen bayan"


Müşteri temsilciliği alanında kariyer yapacak bir mimar. Kendisi aynı zamanda İtalyanca bilecek ve Avrupa yakasında oturacak. Pek gerçekçi görünmedi bana.

Bu tip ilanlara rastlayınca hep aile şirketlerinin başındaki kimselerin işe alım süreçleriyle bizzat ilgilendikleri izlenimine kapılıyorum. Bir İK profesyonelinin böyle bir ilanı, yayınlamayı geçtim, yazabileceğini dahi düşünmüyorum.

Şaka gibi ama, 2003 senesinde MS Office 2000 için 5 sene tecrübe arayan bir şirketin ilanını görmüştüm. Başkalarının dikkatini de çekmiş olacak ki ilan internette epey bir süre mizah içerikli bir mail olarak dolaştı durdu.

Sorun, tam olarak ne istediğimizi anlatamamak olduğu gibi, zaman zaman aşırı isteklerimiz de olabiliyor. Bu istekleri dile getirirken de saçmalamakla spesifik olmak arasında bir yerlerde durabiliyoruz. Saçmalayanlarda 1 numara gereğinden fazlasını isteyen "patronlar".

Türk işverenleri bu işi yavaş yavaş profesyonellere bırakmaya başladıysa da, eminim ki bir süre daha "3 yabancı dili akıcı konuşan muhasebe elemanı", "yüksek lisans yapmış santral operatörü", "CCNA bilen overlokçu" gibi absürd ilanlar görmeye devam edeceğiz gibi gözüküyor.

23 Temmuz 2007 Pazartesi

Bırrrr tadında reklam

Coca Cola'nın yeni reklamını beğenmeyen birine rastlamadım. Çok eğlenceli olmuş. Tebrikler.

19 Temmuz 2007 Perşembe

Carrefour'un "potansiyel hırsızlığa" karşı önlemi


Carrefour'un girişinde müşterilerin elindeki torbaların kapatılması kafamı çok uzun süredir meşgul eden bir uygulamaydı. Bunun için Carrefour Merkez'e ve Acıbadem mağazasında müşteri memnuniyeti ile ilgili showcardlardan birinde e-mail adresini gördüğüm mağaza müdürü Fabrice Crepin'e mail atmıştım. Cevap alamadığım için önemsenmediğini ve bu müşteri ilişkileri yaklaşımının yalnızca gösteriş olduğunu varsayıyorum.

Konu hakkında temasa geçmek için yolladığım mail'in orijinali aşağıda;


"Hello Fabrice

It's Eren Kumcuoglu, a customer of Carrefour Acibadem supermarket. There's a question disturbing my mind for a long time that I'd like to ask Carrefour management or any of its executives. I saw a showcard in the entrance of Carrefour Acibadem supermarket, indicating how the importance of customer satisfaction meaning to Carrefour written in your words. After not having any responses to the many mails I have sent to Carrefour Turkey contacts, I decided to ask my simple question directly to you.


As you know, every bag and sack are being sealed by the security officers in the supermarket entrance.
I wonder, does Carrefour execute the same sack sealing operation in all of the countries its working? For example, does Carrefour seals customers' sacks in France? Or is it a special treatment to Turkish customers, which makes me think "You're all potential thieves so w
e seal your bags, sacks and whatever holding your hand entering Carrefour just to make sure you're not throwing something to your bag and stealing anything".

I have never received any response, hope I'll receive one from you. So that I'll be both informed and will be well-persuaded about the customer satisfaction policy of yours.

Sincerely


Eren Kumcuoglu"

Bu davranış yalnızca Türkiye'ye özgü herhalde. Türk halkını potansiyel hırsız olarak gören zihniyeti protesto ediyorum. Her gün yanından geçip gittiğimiz, hatta elimizde torba olduğunda resmen koyun gibi gidip paketlettiğimiz bu uygulamaya kayıtsız kalınmaması gerektiğinin altını çizmek istiyorum.

Çok satmak için "iyi" olmak gerekmiyor

İzlediğimiz filmlerin, oynadığımız oyunların, okuduğumuz kitapların kaçında, iyi karakterler kötüleri altediyor? %90'dan fazladır. Bu izlediğimiz filmlerden, oynadığımız oyunlardan ya da okuduğumuz kitaplardan kaç tanesini iyi hatırlıyoruz? Pek azını.

İşte bu yüzden, ses getiren filmler, rekor kıran oyunlar, çok satan kitaplar farklı olanlar oluyor. Çünkü dünyadaki savaşlar yalnızca iyilere ve kö
tülere mâl edilmiş değil, başka amaçlar ve bazen yalnızca kendileri için savaşanlar da olabilir. Maalesef bunu anlamak ve anlatmak isteyen senarist sayısı az, fakat arada farklılaşıp bunu başaranlar da oluyor.

Tüm dünyada 2.5 milyon lisanslı kopya satan, bir çok uluslararası oyun dergisi tarafından "Playstation 2'nin en iyisi" olarak kabul edilen God of War adlı oyunun kahramanı Kratos'un da bu kadar popüler olmasının nedeni ne kötü ne de iyi tarafta yer alması. Bambaşka bir kahraman.

Esasoğlanın sosyopat, kanın bol, şiddetin aşırı, çıplaklığın, agresif sözlerin ve tutumların gırla olduğu bu oyunda, yalnızca lisanslı kopya alan 2.5 milyon, benim tahminim -yasadışı kopyalarıyla birlikte- 100 milyon insan ne buldu?

Kolay oynanış, güzel grafikler, gerçekten Antik Yunan havası veren mimari, zamanlaması harika müzikler, ve bol aksiyonlu savaşlar... En önemlisi, muhteşem bir senaryo ve farklı bir karakter. Daha oyuna başladığımız anda Kratos kendini Antik Yunan'ın en yüksek dağından aşağıya atıp intihar ediyor (kısa video aşağıda), ardından 3 hafta önceye geri dönüp oyuna başlıyor ve kocaman bir "neden?" sorusuyla birlikte oyunda epey bir vakit geçiriyoruz. Nedenleri öğrenmeye yavaş yavaş başladığımızda oyunu artık bırakamayacak kadar sevmiş oluyoruz.


God of War'u geçen sene oynamıştım, geçenlerde ikincisini bitirdim, serinin üçüncü ve son oyununun da 2008'de Playstation 3 için çıkacağı söyleniyor. İkincisi oyun piyasaya çıktığı ilk haftada 833 bin lisanslı kopya satmış, bu rakamın tahminen 5 milyona yakın olacağı söyleniyor. Üçüncü oyunun durumu Playstation 3 fiyatının düşmesine ve satışlarına bağlı, ancak onun da 5 milyondan fazla satması bekleniyor. Kratos'un şimdiden çeşitli Action Figure'leri, T-Shirt'leri, Posterleri ve hatta oyunda kullandığı meşhur silahları (Blades of Chaos) bile satışa sunuldu, filminin çekileceği (yönetmenin PeterJackson olabileceği) söylentisi mevcut.


İyi olmak popü
ler bir yol, ancak her iyi olan sevilmiyor. Kratos'u yaratan ekip bunun farkına varmış. Tahminimce farkına varamadıkları şey, iyi bir karakter yerine bir sosyopat, masumları kurtarmak yerine kendini kurtaran, güce ulaştıktan sonra bunu cezalandırmak için kullanan ve aşırı ego sahibi bir karakterin tavan yapacağı fikriydi. Oyun tarihinin en farklı ve iyi olmadığı halde en çok sevilen karakterlerinden biri, altın günlerini önümüzdeki günlerde yaşayacak gibi görünüyor.

Herşeyi bir kenara bırakırsak, farklılaştıktan sonra herşey ne kadar kolay oluyor, değil mi?

17 Temmuz 2007 Salı

Şirinlik değil, istismar.

Bir varmış, bir yokmuş. Türkiye adında büyük ve güzel bir ülkede, Turkcell adında bir GSM operatörü varmış. 2004 yılına kadar pazara ilk giren GSM operatörü olmanın avantajını “fazlasıyla” kullanarak pazarın kaymağını yemiş, daha sonra Vodafone ve Avea gibi rakipler karşısında kendini tedirgin hissederek gözü açılan kullanıcılara sevimli gözükmek için “Cellocan”ları kullanmaya başlamış…

Süt istiyorum dediler, zıp zıp zıplayıp önümüzden geçtiler, şirin bulduk. Yılbaşımızı kutladılar, hala neden çocukları kullandıklarına anlam veremedik. Trende “gözlerine toz kaçtı”, rahatsız olduk. En sonunda da ayakkabıcıda ve anahtar yaparken gördük. Artık sinirlenmeye başladık.

Çocuklarla ilgili bir ürün reklamlarında (bebek bezi, mama vs.) çocukların kısmen kullanılması kabullenilebilir. Ancak bir GSM operatörünün, hele ki Turkcell gibi senelerce, en kibar tabirle “pazarın kaymağını fazlasıyla yemiş” bir operatörün reklamında çocukları kullanmasını nasıl kabul edebiliriz?

Turkcell ve çalıştığı ajans, bugünkü kullanıcıları ile kendi arasında mantıkla oluşturamadığı tüketici bağını çocukları kullanıp duygusal olarak oluşturabileceğini düşünüyor olmalı. Geleceğin yetişkinleri ise zaten yaşıtlarını TV’de görüp markaya aşina oluyorlar, hatta o yaşlarda alınan mesajlarla biraz beyinleri bile yıkanıyor. Çocuklar ne görürse onu biliyor, onu yapıyorlar...



Bu yolun Turkcell için son derece etkili olduğu açık, ancak ahlaki açıdan düşününce bir “Lovemark”ın bu şekilde yaratılmaması gerektiğini düşünüyorum.

Bir de çocuklara yönelik reklamlar konusu var; Serdar Öner’in blogundan ulaşabilirsiniz. Link burada.

16 Temmuz 2007 Pazartesi

Bakteryal Rezidans

Domestos Rengarenk TV reklamı




Sizi bilmem ama ben bu sevimli bakterilere (ya da mikroplara) bayılıyorum. Unilever, "back to school period" dediğimiz döneme girildiğinde bir temizlik paketi yapıp bu sevimli yaratıkların oyuncaklarını-kuklalarını verse hoş olmaz mı?

İlk kaybeden olmak

Farklı bir şey yapmak varken, zaten lider olanı takip etmek ve ikinciliğe oynamak niye?











Tüketicilerin zihninde Red Bull = Enerji İçeceği
Tamamen yeni bir kategori, yenilikçi bir ürün.



Bu eşitliği bozmaya çalışmak (senelerce ve hem maddi hem manevi eforlarla) en fazla ikincilik getirebilir. Aynı şeyi hep gördük. Bugün Burger King McDonald's'ın peşinden gitmeyip Hamburger yerine tavuk kanadı satıyor olsaydı Kentucky Fried Chicken gibi kendi kategorisinde 1 numara olabilirdi. Burger King'i ne kadar çok sevsem de şu ortada; her takipçiye olduğu, gibi Burger King'in gelebileceği en büyük yer de ikinciliktir.

Çok sevdiğim bir söz vardır; "Second is the first loser" (ikinci olan ilk kaybedendir). O halde neden hala bir çok marka, şirket ve girişimci paralarını yalnızca ikinci olmaya harcıyor?




Reload
enerji içeceği farklılaşmayı bir nebze olsun başarmış, en azından piyasadaki diğer
enerji içeceklerinden farklı bir şişeyle dikkat çekiyor. Pet şişede enerji içeceği, bence hoş, kullanışlı ve dikkat çekici. Enerji içeceklerin hepsi gibi ince kutuda satılsa belki gözüme dahi çarpmayacaktı. Ufak fikir, büyük sonuç.

13 Temmuz 2007 Cuma

Kaçış

Bugünkü yağmurda çektim.



Aşağıda olsam böylesi bir güzelliğe karşı şemsiyenin altına sığınıp kayıtsız kalabilir miydim?


Hiç sanmıyorum =)

11 Temmuz 2007 Çarşamba

Burn vs. Ateş Suyu

Başarılı olmuş iş modelini al, ufak değişiklikler haricinde birebir uygula. Sanırım bu, Ülker'in dağıtımdan sonra yapabildiği en iyi şey. O değişiklikler de olmasa Sözleşmeli Üretim ya da Franchising bile diyebilirdim ama, söz konusu 2.markanın Ülker'e ait olduğunu gördüğümde yeni bir marka olduğunu ve bir Ülker klasiğinin daha vizyona girdiğini anladım.

Ürünümüz Ateş Suyu. Raflarda gördüğümde ilk tepkim ismin çok başarısız olduğu oldu. Ardından da Burn'le yan yana teşhir edilmesi, kutu tasarımının birbirine benzerliği (bir tek renkler Red Bull'dan) ve ufak ayrıntılar dışında neredeyse aynı olması dikkatimi çeken diğer unsurlardı.

Malum, Ülker'in Eti'yle Brownie, Coca Cola'yla Cola Turka gibi kopyacılıktan çeşitli sabıkaları var. Gözün gördüğünü saklamanın da alemi olmadığına göre, Ateş Suyu'nun aceleyle ve özensizce piyasaya çıkarılmış, ucuz görünen bir Enerji İçeceği, hatta biraz Red Bull biraz Burn taklidi imajı yansıttığını söylememde de sakınca yoktur herhalde. Benzerlikler ortada.

Lansman aşamasında ilk intiba'nın önemini büyüktür, zira ürün\hizmet ilk sunulduğunda tüketiciye ne çağrıştırırsa büyük ihtimalle ürün\hizmet yaşam evresini tamamlayana kadar tüketici zihinlerinde aynı imajı korur. Genel bir imaj değiştirme çalışması ise hem zaman hem de finansal anlamda çok maliyetli olacağı için genellikle firmalar ürünleri öldürüp yeni markalar yaratırlar -ki bu daha karlı bir yoldur.

Merak ettiğim, Ateş Suyu'nun, Burn gibi bir markayı kendine baz alarak nasıl farkındalık oluşturabileceği.
Üniversite'de Marketing Research dersi alırken proje konum Türkiye'deki Enerji ve Spor İçecekleri Pazarı'ydı. Enerji İçecekleri daha ziyade alkollü ortamlarda ve gece kulüplerinde tüketilen içecekler statüsünde olduklarından, Ülker'in konumunu da ele alarak, nasıl bir girişim yapacağını merak ediyorum. En büyük hedef kitle olan parti insanlarının Ateş Suyu markasına yaklaşımları ne olacak?
Unutmamak ta gerekir ki, gece kulüpleri ve partiler dışında enerji içeceklerinin en büyük tüketicilerinden biri de kamyon şoförleri. Ürünün fiyatı piyasa fiyatlarından aşağıda diye hatırlıyorum, dolayısıyla bu kitleye fiyat avant
ajını kullanarak satış yapmak ta iyi bir strateji olabilir.

Bir başka konu da reklamlar. Burn'ün reklamlarının ne kadar cesur olduğunu zaten biliyoruz. Ateş Suyu böyle bir işe girişti ve cesareti ele aldı diyelim, ama hem Ülker'in kurumsal, hem de Ateş Suyu'nun marka imajı nasıl etkilenecek? Ben Ülker'den böyle bir reklam görebileceğimi hiç sanmıyorum.

Burn: Fire To Drink
Agency: Leo Burnett, Milan, Italy
Art Director: Raffaele Cesaro
Copywriter: Jack Blanga
Photographer: Davide Bodini
Client Service Director: Zenia Zerbinati

10 Temmuz 2007 Salı

Desibeller artıyor...


Evet... Seçim günü yaklaştıkça finansal gücü seçim otobüsü kiralamaya yeten güzide partilerimiz desibellerini mobilize bir şekilde sokak sokak dolaşarak peşpeşe arttırıyorlar. Yetmeyenler de ilçe başkanlıklarına doldurdukları kolonlarla çakılı defans sistemiyle desibel saldırısında bulunuyorlar. Tam saha pres. Bunalan ne yazık ki rakip partiler değil, biz.

Merak edip internete biraz baktığımda seçim zamanı özel olarak bu iş için tasarlanmış hoparlörlü kamyonet-minibüs kiralayan şirketlerin sayısının oldukça fazla olduğunu gördüm. Dönemsel de olsa gerçekten büyük bir pazarı var belli ki. Ben bu araçların partilerin malvarlıkları arasında olduğunu düşünmüştüm hep.

Biraz daha gezinirken 1980 baskılı bir kitaba rastladım. Nail Güreli - Seçim Otobüsü. Konusu tabii ki mizah. Zaten bu konuda başka ne üretilebilir ki?
Kitabı okumadım, ancak içeriğini tahmin edebiliyorum. Kapaktaki artwork'ten de tahmin edilebilir. Görünüşe bakılırsa taaa 80'lerden bu yana siyaset dünyasının pazarlama ve itibar yönetimi anlayışında (internet gibi yenilikleri saymazsak) pek değişiklik yok. Maalesef siyasiler aynı, siyasi anlayış aynı, yöntemler aynı.


Şu minibüs kiralayan şirketlerden, özellikle dikkatimi çeken bir tanesinin web sitesinde "Seçim meydanında denenmiş ve başarısı kanıtlanmıştır" yazıyordu.
Başarısını hangi kriterlere göre ve nasıl kanıtladınız?
İnsanların rahatsızlığını mı ölçtünüz, yoksa desibele göre mi karar verdiniz?
Hangi ölçüm metodlarını kullandınız?
Bu uygulamadan sonra insanların partinize geri dönüş oranı, oy sayısındaki artış, partiye bağlılık ne oranda değişiklik gösterdi, ölçtünüz mü?

Pazarlama ve Marka Yönetimi profesyonelleri WOMM'un ölçülebilirliği, reklamların etkisi, marka değeri üzerine harıl harıl kafa yorup tartışırken, bu abiler kendi pazarlama karmalarını formüle etmiş te haberimiz yok. Eh, "Helal olsun" deyip , başarılarının devamını dilemekten başka bir şey diyemiyorum!

Fazla doğal...

Sütaş'a karşı ne sempatim ne de antipatim var. Tamamen nötr durumdayım -ki bence bir marka için en korkunç durum bu diye düşünüyorum. Aslında süt ve süt ürünleri konusundaki tercihlerim değişkenlik gösterir, ancak Sütaş gerçekten de hiç satın almadığım bir marka. Bunun nedenini geçen sene Sütaş'ın "Çalkala" cingıllı reklamını izledikten sonra tesadüfen anlayabildim.




Reklam çok güzel, değil mi? Ben kesinlikle harika olduğunu düşünüyorum. Ta ki 47.saniye'ye kadar.

Beni bunca zamandır rahatsız eden şey o anda gözüme battı. Sütaş'ın ineği! "Claim'i doğallık olan bir süt ve süt ürünleri firmasının ikonu ne olabilir?" diye sorabilirsiniz, ancak gerçekten, Sütaş'ın ineğini görünce sanki ürünler bir çiftlik ortamından, sağlıksız koşullarda paketleniyor da geliyormuş gibi hissediyorum. Elbette öyle olmadığını hepimiz bilsek te, o inek görüntüsünün bilinçaltıma böyle mesajlar göndermiş olduğunu sanıyorum. Yoksa neden başka bir firmanın modern laboratuvar ortamlarında çekilmiş reklam filmini referans alıp yediğim yoğurdun sağlıklı ve el değmeden üretildiğini düşüneyim?

Türk tüketicisi alıştı mı alışmadı mı bilemiyorum, ama bence Sütaş'ın o inek ikonundan derhal kurtulması lazım. Böylesi hareketli bir reklamı izlerken "en sonunda olmuş" dedikten sonra o ineği görmek beni yine sarstı.

9 Temmuz 2007 Pazartesi

Transformers, more than meets the eye

Transformers haftasonumu eğlenceli kılan unsurlardan biriydi. Çok eğlenceli ve çok güzel bir film. Bence beklenenden fazlasını verdi. Tabi bunda çocukluğumuzun çizgi filmi olmasından dolayı büyük bir hatırı ve robot-insan savaşı hikayeleri içerisinde en yaratıcı bulduğum senaryolardan biri olmasının da payı var elbette.

Kocaman USA bayrakları göreceğimiz ve bol bol başkanlık propogandası dinleyeceğ
imizi düşünürken filmde bunlara rastlamamak, hatta kimi yerlerde (ciddi bir tehdit varken başkanın kayıtsızca uzanıp asistandan brownie istemesi, filmin cast kısmında da bayan Witwicky'nin "burası Amerika, uzaylı robotlarla temas olsa hükümetimiz bunu bizden saklamazdı gibi) ince göndermeler görmek çok hoştu. Autobot'ların lideri Optimus Prime perdede göründüğünde sinemadaki herkesin içinin kıpır kıpır olduğu açıktı =) Salondaki herkesle birlikte çocukluğumuza geri döndük.

Filmi izlerken bir yandan da sahnelere yerleştirilen ürün reklamlarının sayısını hatırlamaya çalıştım ancak en sonunda kafamı bununla meşgul etmeyip izlemeye karar verdim. Gerçekten de Transformers'ta oldukça fazla -ve bence başarılı uygulanmış- ürün yerleştirme vardı. Kaçırdıklarım ve unuttuklarım elbette vardır, gözüme çarpanlardan hatırladığım bazıları önem sırasına göre;
-Panasonic SD kart
-Hewlett Packard
-
Nokia (N serisinden olduğunu sandığım) bir telefon
-eBay (hem görsel hem işitsel hem de çeşitli sefer)
-ve en büyük reklamı yaptığı iddia edilen General Motors

Ben filmin büyüsüne kapıldığımdan, "Bumblebee" hariç (ki onun da küçük sarı Volkswagen beetle olması gerekiyordu) dönüşen arabaların markalarına hiç dikkat etmedim. Ancak filmdeki araçların General Motors markalarına ait oldukları söyleniyor. Hatta bazı iddialar o kadar ileri gidiyor ki Transformers filmini kocaman bir General Motors reklamı olarak nitelendirip, ürün yerleştirme stratejisinin en agresif şeklinin uygulandığı vurgulanıyor. İlgilenenler için orijinal makale burada.


Film de bu kadar revaçtayken yapılacak en akıllıca şey, elbette ki filmin kendisinden de meşhur olan Transformers figürlerini stoklarda tutmak olacaktı. Ancak ben ne ToyzShop'larda ne de Toys"R"Us'larda Transformers'lara rastlayamadım. Virtinlerdeki Transformers görsellerine ve showcard'larına rağmen hiç figür göremememin nedenini tedarik yönetimindeki zamanlama hatası sandım ancak web sitelerinde de Transformers'la ilgili bir şey göremedim. Herhalde pek önem vermediler, ancak büyük fırsatı kaçırdılar gibime geliyor, zira o an ben bile kendime "Jazz", "Ironhide" ya da "Optimus Prime" alabilirdim.


Transformers üzerine konuşulacak çok şey var, ama gidip görmeniz daha iyi olur. Orijinal çizgi film cingıl'ında da söylendiği gibi, kesinlikle görünenden fazlası var (more than meets the eye). Şu an daha iyisi yok, bir süre de gelmeyeceği aşikar. Şimdiden iyi eğlenceler!

5 Temmuz 2007 Perşembe

Siyasette awareness’a giden yolda bağırmak?

Kendi politik görüşlerimi bu yazıya asla katmayacağım. Zaten amacımız politika değil, pazarlama, konumuz da seçim otobüsleri-kamyonetleri. Geçen gün en yakın arkadaşımı acil’e bırakıp reçetesine yazılan ilacı almak için dışarı çıktığımda hastane önünden geçen bir tanesini görünce bu konuyu daha detaylı düşündüm.

Her seçimde, hemen her parti kendi hedef kitlesinin, düzeltiyorum, sempatizanlarının nüfusta baskın çoğunluğu oluşturduğu mahallere ya da parti binalarının önlerine pankartlar, bayraklar asar, afişler bastırıp yapıştırır. Büyük görüntü kirliliği oluşurulur ve bütün bunlardan oluşan pisliği temizlemek te seçim sonrası yeniden ya da ilk kez işbaşı yapacak olan belediyelere düşer.

Hadi, görüntü kirliliğinden uzaklaşmanın yolu başka yöne bakmak diyelim. Peki gürültü kirliliğine karşı kulaklarımızı mı tıkayalım?

Seçim için özel tasarlanmış hoparlörlü, dijital baskılı parti kamyonetleri sokak sokak gezerek, kendi partilerinin başkanlarının konuşmalarını ya da kaydının kalitesizliğinden ne cingılı ne de sözleri anlaşılan ucuz prodüksiyon marşlarını içeren kayıtları insanların üzerine adeta kusuyor. Hastanelerin önünden geçmeleri, hastası olan insanlar, evlerinde uyuyan çocuklar, bebekler hiç umurlarında değil. Aynı mantık hepsinde hakim, yalnızca kendi menfaatlerini düşünüyorlar, sokağın önemi yok.

Bu araçların ve görsel malzemelerin oylamaya ne etkisi oluyor bilemiyorum, ama ben gerçekten son derece rahatsız edici buluyorum. Eminim ki sesten dolayı rahatsız olan hastalar, bebeği bangır bangır sesten korkup uyanan anneler benim düşüncelerimden daha fazlasına sahiptir. Sizi bilmem ama, ben 22 Temmuz’a kadar nasıl dayanabileceğimi de bilmiyorum.

Demokratik seçimlerde rol alan seçmenlerin her zaman için kendi ideolojik değerleri ile bağdaştığı, içlerine sinen partilere oy vermesi gerektiğini düşünürüm, ve bu da ideal olanıdır. Ancak hiçbir zaman bir iktidarın gelişini engellemek amacıyla, bırakın ideolojisini benimsemeyi, sempati bile duyulmayan bir partiye oy verilmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Aslında bu kadar kirlenmiş bir siyasette benim çıkıp görüntü ve gürültü kirliliğinden bahsetmem fazla ütopik. Geldiğimiz noktadan sonra, bunu gerçekten düşünen farklı bir lider görebilecek miyiz acaba?

4 Temmuz 2007 Çarşamba

Pattex gerilla uygulaması

Tepe Nautilus Carrefour'daki Pattex standı.


Uygulama çok hoşuma gitti, fotoğrafta pek güzel görünmese de yakından güzel duruyor. Çok orijinal olmuş. Tebrikler!

3 Temmuz 2007 Salı

Avantajın varsa, n'aparsın?

Çakkıdı çakkıdı oynamam, orası gerçek.

Reklam hareketli olmuş, kıpır kıpır… Ama beni rahatsız eden, hoşuma gitmeyen bir yanı vardı ve bugüne kadar benim hiç aklıma gelmeyen bir şeyi geçen gün bir arkadaşım söyledi; “Advantage’ın olması gerektiği gibi elit değil, fazla hareketli, çok çingene* işi olmuş”.

Banka kartlarının konumları ve marka imajları üzerinde hiç detaylı olarak düşünmemiştim ama HSBC bende hep biraz snob bir imaj yaratmıştır. Eh, kartından da daha farklı bir şey beklemek elbette yanlış olur.

O zaman bu Advantage, pardon, Avantaj reklamı niye?

*Çingene sıfatı güzel Türkçe’mizde çok geniş anlamlara sahip olabilmektedir. Cümlenin orijinini bozmamak için aynen aktardım. Lütfen burada takılmayalım.

Teknosa teknik destek(sizlik) geleceğin yöntemi mi?

Teknoloji marketleri artık gündelik yaşantımızda sık sık ziyaret ettiğimiz yerler haline geldiler. Elektronik ve teknoloji ile az ya da çok ilgilenen herkes AVM’de gezinirken ya da basitçe yol üstünde yürürken her merkezi köşede bulabileceğimiz birilerine dalıp teknoloji ve innovation merakını giderebiliyor. Elbette ki gerek ürün-marka çeşitliliği gerekse de (göreceli olarak) fiyat avantajları bu teknomarketleri tüketiciler için cazip hale sokuyor.

Yakın çevremden gözlemlediğim kadarıyla bir çok tanıdığım bu teknomarketlerden en az bir kere alışveriş yapmış, pek çok kere de bu yerlere gidip almayı düşündükleri ürünlerin kendisini görmek ve muadilleriyle karşılaştırmasını yapmak amacıyla ziyarette bulunmuşlar.

Malum, elektronik eşyalar hassastır, satın alması süreci özenli araştırma ister. Hele ki yeni bir LCD TV ya da sinema sistemi gibi pahası ağır ürünler alınacaksa, bu süreç daha da fazla detaylanır. Durum böyle olunca da inanılmaz bir WOMM patlaması yaşanıyor tabi, yakın görülen herkesin fikirleri dinleniyor, tecrübelerine danışılıyor; en iyi kalite, en iyi performans gösteren ürün, en iyi fiyat gibi… ve elbette ki, bir çok bilinçli tüketici için kırılma noktası olan kriter; en iyi teknik desteği sağlayan firma.

Burada konu, Türkiye’deki teknomarketlerin pazarda en nüfuzlusu olan Teknosa’nın teknik destek hizmetlerine geliyor. Teknosa’dan bir ürün aldınız ve bozuk çıktı ya da kullanıcı hatası haricinde bozuldu. Teknosa’nın garanti süreci şöyle işliyor; Bozulan ürününüzü, aldığınız mağazaya geri götürüyorsunuz, oradaki yetkiliden duyduklarınız sırasıyla;
-Teknosa’nın kendi teknik servisinin olmadığı,
-Ürünü ithalatçı firmaya bizzat götürerek tamir ettirmemi,
-Eğer gitmek istemezsem ürünü ithalatçı firmaya kargo ile gönderebileceklerini,
-Bu sürecin 4 haftadan fazla sürebileceğini,
-Israrcı davranıp kargo hizmetini Teknosa’dan talep ederseniz kargoya verilişe kadar ürünün başına bir şey gelip gelmeyeceği konusunda garanti vermeyeceklerini duyuyorsunuz.

Benim de her birine sırasıyla, ayrı ayrı cevaplarım oldu;
-Teknosa’nın kendi teknik servisi olmalı, operasyonel zorluktan ya da maliyetten dolayı bile olsa ayıplı mal oranının oldukça fazla olduğu bu sektörde en azından bu tip bir hizmeti olmalı!
-Bana, yani bir müşteriye böyle bir teklif ASLA yapılmamalıydı,
-İthalatçı firmaya Teknosa’nın ayıplı mallarını benim götürmek zorunda olmadığımı bilmeleri lazımdı,
-Bu süreci müşteri memnuniyeti adına her gerçek vizyon sahibi şirket gibi Teknosa’nın da elinden geldiğince kısaltması gerekirdi,
-Son olarak ta, agresif çalışanlarının benim ısrarlarım üzerine kargo paketi için uğraşırken bana (sanki bilerek hasar vereceğiz dercesine) böylesi bir tehdit savurmaları oldukça komikti, ancak bir o kadar da sinir bozucuydu –ki bu da benim için bardağı taşıran son damla oldu.


Bir makalede mi okumuştum yoksa danışmanlık yapan bir hocamdan mı duymuştum tam olarak anımsayamıyorum, ancak 2010 yılını takip eden seneler içerisinde beyaz eşya üreticileri yavaş yavaş kendi ürünlerini sattıkları mağazaları kapatıp tamamen bu teknomarketlerin içerisinde satışa odaklanacakları öngörülüyormuş. Yani buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi gibi ev eşyalarımızı da büyük çeşitlilik içerisinde, tek mağaza içerisinde kıyaslayarak alma fırsatına kavuşabileceğiz.

Eğer 2010 yılının ertesinde beyaz eşya üreticilerinin niyeti gerçekten bu yönde olursa, tüketicilerin teknik servis ihtiyaçları nasıl karşılanacak? Teknomarketler ürünleri satıp kaçacak mı? Gerçekten merak ediyorum…

Şu an pazarın hakimi olan Teknosa’da durum böyle, ve http://www.sikayetvar.com/ gibi sitelerde görüldüğü kadarıyla durum devam etmekte. Bazı kimseler işi bir adım ileri götürüp anti-Teknosa blogları bile açmışlar (http://teknosamagdurlari.blogspot.com/). Bimeks, Vatan, Gold, EP Center ve diğerleri konusunda gerçekten hiç bir bilgim yok. Şükürler olsun ki diğerlerinden aldığım ürünler servise götürmeye değecek hasarlar çıkarmadılar. Eğer sizin diğerleri için de Teknosa benzeri tecrübeleriniz varsa ve yorumlarınızla paylaşırsanız çok sevinirim, böylece ben de kendi adıma bir yargıya varmış olurum.

1 Temmuz 2007 Pazar

Mirasımızı iyi pazarlayamıyoruz...

Ön Not: Kendi blog'uma yazdığım bir yazıyı hiç değiştirmeden burada da yayınlamak istiyorum. Tesadüf olacak; aynı yazıyı geçen sene 1 Temmuz'da yayınlamışım. Tam 1 sene arayla, aynı yazı, yeniden...

Bugün ilk kez Dolmabahçe Sarayı'na gittim. Çok büyük beklentilerle gitmemiştim zaten ama, yine de gezdiğim yerlerden etkilenmediğimi söylemeliyim.

Beni bu yazıyı yazmaya iten şey ise kendi çektiğim fotoğraflara tekrar bakmam oldu. Özellikle Atatürk ile ilgili yerlerde çektiğim fotoğraflara bakınca, orada bizzat bulunurken yaşadıklarımdan daha farklı hisler yaşadım. Kısaca söylemek gerekirse, fotoğraflarla yalnız başıma kaldığımda, mekanın kendisinde bulunmaktan daha fazla etkilendim.




Örneğin, Ata'nın hastalığı nedeniyle 23 Nisan kutlamalarına katılamadığında bahriyelilerin sarayın önüne gelmesi ve Ata'nın onları izlediği yer, Ata'nın vefat ettiği oda, silah arkadaşlarının ve kendisinin bulunduğu bir resim, 09.05'te duran masa saati...



Bunun nedeninin isteksiz, suratsız ve amatör tur rehberleri olduğunu anladım. Şiirsellikten uzak, bitse de gitsek dercesine önemli detaylardan arındırılmış hızlı anlatım, iniş çıkış olmayan düz bir ses tonu ve yanlış Türkçe kullanımı gözüme çarpan şeylerden biriydi -ki zaten bende hevesimi kaybedip anlatılanları dinlememeyi tercih ettim.


Düşünün ki oraya günde yüzlerce turist geliyor ve her gün aynı baştan savma sunumla geçiştiriliyorlar. Bizim ulusal değerlerimizi ve Atamıza duyduğumuz sevgiyi-saygıyı anlayamadan bu mekanı terk ediyorlar. Geriye akıllarında modern Türkiye yerine yalnızca Osmanlı kültürü kalıyor. Her yerde kaybettiğimiz gibi Dolmabahçe Sarayı'nda da pazarlama yüzünden kaybettiğimizi apaçık bir şekilde gördüm.



Bunu yapmak yerine daha farklı bir sunum yapılabilir, önerilerim;
-Tur rehberlerinde güleryüz, daha detaylı ve şiirsel bir anlatım, ses tonunda ve anlatım hızında iniş çıkışlar
-Mekanlardaki yaşanmış olayları uygun bir müzik eşliğinde aktarma. "Bu saat 09.05'te durdu." deyip savuşturmaktansa, konuyu derinleştirmek ve akıcı bir senaryo haline getirmek
-Yalnız dolaşmayı tercih eden ya da ağır işiten kimseler için mekanların hikayelerini içeren levhalar konulması
-En önemlisi de sunumdaki bütünlük. Kimse Padişahların yaşamını dinlerken Atatürk'e, Atatürk anlatılırken valide sultan'ları dinlemek istemez, sunumdan kopmamak için bir bütünlük arar.

Bu ve buna benzer bir çok fikrim var. Eminim ki benim gibi düşünen bir sürü insan vardır. Peki, neden hala aval aval seyrediyoruz da mirasımızı daha iyi pazarlamıyoruz? Dünya üzerindeki en güçlü tarihsel markalardan biri olmak için sadece fikir yeterli, geri kalan herşey aslında bizde mevcut diye düşünüyorum.
Bugün pazarlama adına ne öğrendik?