8 Ekim 2009 Perşembe

Adres değişikliği

Herkese merhaba,

Blogumu bir süredir güncellemediğimi fark etmişsinizdir. Aslında güncelliyorum, ancak burada değil, yeni adresinde.

Bundan böyle bu linki kullanmayacağım. Artık yazılarımı http://www.erenkumcuoglu.com/ adresinden takip edebilirsiniz.

Görüşmek üzere.

17 Eylül 2009 Perşembe

Internet reklamcılığı (şimdilik) kolay meslek

İnternet reklamcılığı kolay meslek haline geldi.
Bunu bu şekilde rahatça söyleyebilmemin sebebi elbette, sitelerin, banner/reklam alanları olarak halen belli başlı görünür kısımlarının kullanılması ve site sahiplerinin, bu alanları medya planlama şirketlerine haraç mezat satılması...

Zaten internet girişimcisi olmak isteyen kişilerin iş fikirlerine baktığımızda da en büyük eksikliğin "gelir modeli yaratmak" olduğunu açıkça görebiliyoruz.

Sıfırdan başlayacak girişimcilik fikirlerinin gelir modeli kısırlığı karşısında, büyük çarklara sahip portallar ne kadar esnek olabilir?

İstedikten sonra, yeni yaklaşımlar ve modeller geliştirmek mümkün.

Fakat, düşünmek zor, mevcut sistemi bir adım ileri götürmek daha kolay. İşte, internet reklamcılığı'na bu yüzden "kolay meslek" diyorum.
Bu portallar, "prezentabl" satış temsilcilerini, hayatlarında, bırakın internet'e reklam vermeyi, dijital ajans dahi görmemiş potansiyel müşterilerin ayaklarına kadar giderek (inşaat sektörü'nü rahatlıkla örnek gösterebilirim), banner alanlarını, görüntülenme rakamlarını sunarak haraç mezat satmaya çalışırlar.

Sektör, bilmeyeni (ve satış yapanı) için şu an rahat. Fakat, kullanıcı deneyimi hiçe sayılıyor.

Örnekler çok... Sitelerdeki genel kirlilikler haricinde, beni en çok rahatsız edeni floating banner.

Her haberde default olarak açılıyor, kimisi "kapat" düğmesine basılmadığı taktirde kapanmıyor. Yanlışlıkla tıklanması ise cabası, görünürlük iyi fakat, alakasız insan trafiği yaratıyor ve ölçümleme yapıldığında kampanyalardaki başarı oranı otomatik olarak düşüyor.
Kazanan, yüksek (yanlışlıkla) tıklama oranıyla portallar oluyor.
Kaybeden, yüksek tıklama oranına aldanıp portal performansını buna göre belirleyerek deneyimsel bir ölçümleme yapmayan marka ve durumdan rahatsız olan son kullanıcılar oluyor.

Bunun dışında, izlenmek istenen içeriğe giderken araya sıkıştırılan flash reklamlar,

Haber metnini okurken/tararken beliren AdClick reklamları da cabası.

Bir de yabancı örneğe, New York Times'a bakalım;


Basit. Sade. Doğrudan içeriğe yönlendirici. Banner alanları son derece kısıtlı.

Elbette, piyasa koşulları bu kadar müsaitken "reklamı kaldıralım" demeyeceğim.
Fakat, özellikle haber portallarının zaman içerisinde gelir modellerinde farklı açılımlar yapması şart!

Katma değerli servislerini geliştirip, uygun üyelik bedelleri belirlemeleri halinde, üyeliği tercih eden kullanıcılara reklamsız "Lite" versiyonlarının gösterilmesi de, geliştirilebilecek envai çeşit gelir modelinden birisi olarak düşünülebilir.

Bunun için önce mevcut ortamdaki insan kaynağında bir revizyon gerekiyor.
Eski metotlara sıkı sıkıya bağlı olanların değil, düşünsel yetenekleri 2.0 düzleminde olan insanların söz hakkının artması bu açılımları başlatabilir.

11 Eylül 2009 Cuma

Sosyal medya Türk siyaseti'ni etkiler mi?

İstanbul bugünlerde yağmurla boğuşuyor.

Durumun afet haline gelmesinin ardından, bu krizin iletişiminde çözüm olarak, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve çeşitli bakanların televizyonlarda, gerçekten sağlıklı düşünebilen bireyleri zorlayacak demeçler vermeleri ön görülmüş.

Geleneksel iletişim kanallarının kullanılması ve kriz iletişimi ile ilgili bir şeyler söylemek isterdim, fakat bu açıklamaların maksadının farklı olduğunu düşünüyorum. Bu irrasyonel beyanatların, kürt açılımı konusu üzerinden dikkatleri biraz olsun dağıtmak ve gelen şehit haberlerinin yankısını iyice bastırmak amacıyla maksatlı biçimde veriliyor olması muhtemel. Zira, en yeteneksiz basın danışmanının bile bu beyanatların altına imza atabileceğini sanmıyorum.

Bu konudaki en samimi tepkiler (yakın zamanda ceza yiyen Doğan grubu'nu hesaba katmadığımdan) yine sosyal medya içerisindeki fikir önderlerinden geldi.
Karşıt fikirlerin ve eleştirilere yanıtların ise belli başlı siyasi oluşumların sempatizanlarından, bazen provokatif ve eleştirilere karşı tahammülsüz bir biçimde geldiğini de gözlemledim.
Tek tek örnek vermeyeceğim, blogları ve Friendfeed gibi araçları takip edenler zaten eleştirilerin ve süregelen tartışmaların farkına varmışlardır.

"Bütün bunlardan bahsetmeyeceksen, hangi konudan bahsedeceksin?" diye soruyorsunuzdur...

Türk siyaseti'nin sosyal medya'yı neden kullanamayacağına dair öngörülerde bulunmuştum.
Yazıdan bir alıntı vereceğim;

"Siyasi sistemimizin müsait olmayışının başlıca sebebi oldukça açık; bizde siyasi görüşten ve parti politikalarından ziyade, partizanlık söz konusu. Krizden, ekonomik durumun kötüye gittiğini bildiren, kapanan fabrikalardan ve işten çıkartılan binlerce insanın durumuna vurgu yapan haberlerin altına öfkeyle “İnadına XXX !!!” yazan, partizanlık adına çoluğunun çocuğunun geleceğinin kararmasını ve fakirleşmeyi umursamayan bir kitle söz konusu.
Düşünmeyen, sorgulamayan, dogmatik hareket ederek fikrini değiştirmeye hazır olmayan bir kişiye sosyal medya iletişimi yapamazsınız."


Siyasi partilerin iletişimini yapan basın danışmanları, PR ajansları ya da reklam ajansları sosyal medya için boşa efor sarfetmesinler.
Bugün içinde bulunduğumuz üzücü durumla ilgili haberlerin, beyanatların ve tartışmaların yorumlarını okuduğumuzda, bir kere daha siyaset için sosyal medya iletişimi yapmanın anlamsızlığını kavramış olmamız gerekiyor.

Sosyal medya içerisindeki kimse, alen beyan ortada olan gerçekleri, kanıtlarıyla birlikte dahi yazsa, partizan zihniyete sahip bir toplumun siyasi fikrini değiştirme gücüne sahip olamaz.

Zira ideoloji fanatizminin olduğu yerde, anlatılmak istenen, karşı tarafın anlamak istediği kadar oluyor.

9 Eylül 2009 Çarşamba

Türk pazarlama insanları bir arada

Geçtiğimiz ay içerisinde, LinkedIn üzerindeki Turkish Business Network grubunda "Turkish Marketing Professionals" adında bir grup açtık.

Halihazırda Türk pazarlama profesyonelleri özelinde bir sosyal ağ ve paylaşım platformu bulunmuyor. Turkish Business Network altında oluşturduğumuz ve şu an 300'ü aşkın üyesi bulunan grubumuzla bunu başarmayı ve pazarlama ile ilgili insanları bir çatı altında toplayarak etkileşimi yüksek bir sosyal ağ yaratmayı hedefliyoruz.

En önemli bariyerimiz Türk profesyonellerinin halen LinkedIn gibi profesyonel hayata dair sosyal ağ sitelerinden haberdar olmamaları, haberdar olanların da LinkedIn'i aktif olarak kullanmamaları.

Hem kendi profesyonel ağınızı genişletmek, hem de gruba hareket getirecek bir kaç öneriyi sizinle de paylaşmak istiyorum;

  • LinkedIn hesabınız yoksa kendinize bir LinkedIn profili oluşturmanızı öneriyorum. Arama motoru optimizasyonu avantajıyla da adınız ya da uzmanlığınıza dair kelimeler google'da arandığında online CV'niz potansiyel işverenlerin önünde hazır olacaktır.
  • Gruba katılan herkesin, zamanla profesyonel çevresindeki kişileri LinkedIn kullanımına teşvik etmeleri önemli bir atılım olacaktır. Bu, uzun vadede kişilerin kendi profesyonel ağlarını oluşturarak, online CV'lerini, referanslarını ve business portfolio'larını sergileyerek gelecekteki iş olanaklarından faydalanmalarını sağlayacaktır.
  • LinkedIn hesabı olup gruba üye olanların da kendi network'lerinde pazarlama ile ilgili olan kişileri gruba davet etmeleri de, grubun hareket kazanmasına ve ağımızın büyümesine hizmet edecek önemli bir unsur olabilir. Tanıdığınız kişileri gruba davet etmekten çekinmeyin.
  • Bunların dışında grup içerisinde, okuduğunuz faydalı makaleleri, blog yazılarını ve araştırma çıktılarını paylaşabilir, çalışıtığınız şirket bünyesindeki ya da etrafınızda duyduğunuz iş ilanlarını ve iş fırsatlarını grupta yayınlayabilir, ya da gündemde olan ve tartışılan herhangi bir pazarlama vakası konusunda fikir alışverişlerinde bulunabilirsiniz.

Tüm okuyucularımı gruba katılmaya davet ediyorum.

Not:Logo için değerli arkadaşım Burak Dönertaş'a tekrar teşekkürler.

1 Eylül 2009 Salı

Markalar ve Tüketici 2.0 / Her ağlayana emzik vermeli mi?

Ufuk, "bilinçsiz tüketiciler sosyal medya'da" adında bir yazı yazdı.

Kendisiyle bir süredir sorun yaşayan ve sorun yaratan tüketicilerin web'de ne kadar ileri gidebileceği konusunda tartışıyoruz. Buna naçizane dair çözümlerimi "Sorunlu Tüketici 2.0 ve çözümler" adlı bir yazıda dile getirmiştim.
Ben, Ufuk'la yaptığımız tartışmalardan yola çıkarak, onun görüşlerine göre bu konuda biraz daha katı olduğumu düşünüyorum.

Çünkü bir pazarlama insanı olarak klavyenin başına oturanların, haklı da olsalar artık zıvanadan çıktığını düşünmeye başladım. Sebeplerini sıralayım...

Merhaba. Bizimle iletişime geçtiniz mi?
Üretim yapan şirketlerin ürünlerinde hata olabilir. Hizmetlerde de kusursuzluk söz konusu değildir. Bu tip hatalar yalnızca sizin başınıza gelmiyor.

Firmaya sosyal ağlar üzerinden değil de, doğrudan telefonla ulaşmayı ve derdinizi anlatmayı denediniz mi?
Sanmıyorum. Artık moda, sosyal ağlara yazmak. Bırak şikayetin markanın kulağına gitsin, sonra da çözmek için çabalasınlar...

Yanlış anlaşılmasın. Tüketiciler, istedikleri platformdan ve araçtan markalarla iletişime geçmekte özgürdürler. Ancak ben, şikayetini birebir temas kurmadan, ilk olarak halka açık platformlarda dile getirenlerin iyi niyetli ve çözümcü yaklaşımlar içerisinde olmadıklarını düşünüyorum.

Markalar buna bir son vermeli.

Siz, bu tip art niyetli davranışların üzerine gidip çözüm buldukça;

  • Kiminizin inbound kurduğu, kiminizin outsource ettiği call center'lar işe yaramaz hale gelecek,
  • Kullanıcı sözleşmelerini okumadan herşeye imza atan tüketici, risk unsurlarından biri olan bir sorunla karşılaştığında bile sosyal ağlarda yaygarayı koparacak,
  • Hatta haksız olsalar bile, siz olaya müdahil olana kadar kendi perspektiflerinden olayı anlatıp arkalarına bir sürü yandaş almış ve sizi haksız duruma düşürmüş olacaklar,
  • Yaşadığı sorunu çözmeniz de bir süre sonra yetmeyecek, kendisini şımartacak ve özel hissettirecek yaklaşımlar geliştirmek ve belki ekstra hediyeler vermek durumunda kalacaksınız.

Ne yapmalı?
Farkında mısınız? Aslında bu tip girişimlerde bulunan kişiler, haklı olsalar bile, çözümü birebir diyalogla sağlamayarak konuyu maksatlı biçimde dallanıp budaklandırdıkları zaman ticari itibarınızı zedeliyorlar.

Bu davranışlara "dur" demek ve gidişatı şekillendirmek sizin elinizde.
Ya her ağlayana emzikle koşacak, ya da eğiterek ehlilleştireceksiniz.

Yanlış anlaşılmasın, "susturun" demiyorum.
Ancak bu tip davranışlarda bulunan insanlara, yaptıklarının doğru olmadığını, devam ettikleri taktirde olayın iletişimciler vasıtasıyla değil, hukuk departmanı vasıtasıyla çözüleceğini hatırlatın.

Bu tip davranışları iyi analiz edip, buna göre aksiyon almak, kısa vadede kurumsal iletişim çözümü olarak, uzun vadede ise operasyonel giderlerin azalması olarak geri dönecektir.

27 Ağustos 2009 Perşembe

Yarın hayatınızda...

Uzun zamandır ara vermiş olduğum "yarın hayatınızda" serisine devam...


Facebook olmasa...

İlkokul arkadaşlarını birbirleriyle buluşturabilen bu sosyal ağ, bir türlü düzgün gelir modeli oluşturamadığından, hızlı büyümesinin getirdiği maliyetlerden ve kullanıcı deneyimlerini umursamadan sitede yaptığı değişikliklerle ötürü popülaritesini yitirerek kullanıcı kaybetse... Tüm dünyada milyonlarca kullanıcısının hesap bilgilerini yarın itibariyle sileceğini ve hizmet dışı kalacağını duyursa...

Fenomen haline gelmiş bu sosyal ağ sitesini özler misiniz? Yoksa umrunuzda olmaz mı?

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Eğlence endüstrisi ve iletişim

Daha önce eğlence endüstrisinde fark yaratmak ve ekrandaki yapıtlar üzerine fikirlerimi belirtmiştim.

Son zamanlarda kitabevlerine uğradıysanız ya da yabancı dizi/film trendlerini takip ediyorsanız, özellikle revaçta olan konunun vampir hikayeleri olduğunu gözlemlemiş olabilirsiniz.

Vampir kelimesi aklımızda zaten kan emerek beslenen, gün ışığından kaçınan, gümüş bir kurşunla ya da kalbine girecek ahşap bir kazıkla öldürülebilen, besin zincirinin en üstünün yeni hakimi olan sivri dişli yırtıcılar olarak yer etmiş durumdalar.

Bu tanım doğrultusunda bir hayat tarzı oluşturmak için, geriye yalnızca bu yaşamları günümüze uyarlamak kalıyor.

Bugünkü tanımıyla 200 yıllık bir mit olmasına rağmen, vampir miti halen canlı ve uzunca bir süre de sürdürülebilir bir konu. Şu an en revaçta olan iki örnekten biri, yeni ergen ve ergenlere hedef kitlesi olan Twilight, diğeri ise hedef kitlesi yetişkinler olan True Blood.

Dünyada da bir trend olmakla birlikte, bizim üretkenliğimiz de şu sıralar TV yapımları üzerinde yoğunlaşıyor. Ben de hem severek takip ettiğim, hem de tek mecrayla sınırlı kalmayarak, bir çok pazarlama iletişimi aracını etkin biçimde kullanabildiklerinden ötürü güzel bir vaka olan True Blood'ın iletişim çalışmalarından biraz bahsedeceğim. Detaylı bir lansman anlatımından ziyade, bir TV dizisi için yapılan lansmanın bir çok mecraya nasıl zekice uyarlandığının altını çizmek istiyorum...

Dizinin ilk 10 dakikasında Japon'ların, sentetik kan icat ederek vampirlerin avlanma ve kan içme ihtiyacının önüne geçecek "Tru Blood" ürününü keşfetmesi ve içecek olarak piyasaya sürmeleri, böylece, insanlara varlıklarını açıklayarak onlarla birlikte yaşamaya başlayan vampirlerin artık kan içmek zorunda olmadıkları vurgulanıyor.

Bütün bunların öncesinde ise dizinin lansman çalışmalarında Tru Blood, insanları "tease" etmek için kullanılan ve merak uyandıran bir öğe niteliğinde. Üstelik, TV dışında basın, outdoor ve web'i de etkin biçimde kullanarak bütünleşik bir yaklaşım sergileniyor;

Otobüs duraklarında ve market girişlerine yerleştirilen "Tru Blood" ilanları;

Dergi reklamı,

Gerilla outdoor uygulamaları,

Web sitesi,

Kıvılcımı başlatan öğeler arasındaydı.

Dizi yayına girdikten sonra tutuldu ve salgın büyüdü, bilinirlik arttıkça iletişimde daha farklı, daha sofistike, dizi izleyicilerine özel bir faza geçildi.


Bir örnek; dizi içerisinde kurgusal bir oluşum olan ve vampir hakları için mücadele veren American Vampire League propoganda posterleri bir süre bu şekilde sergilendi.


Bir süreden sonra ise outdoor çalışmalar, dizide olduğu gibi vampir düşmanlarının vandallıklarına uğramış gibi gösterildi ve dizi içerisindeki vampir-insan çatışması farklı bir mecrada anlatıldı.



Bunların yanı sıra web'de, dizi içerisindeki her oluşum için mikrositeler, sosyal ağlarda ise fanpage'ler kuruldu ve tamamen kurgusal olan bu karşılıklı antipati, izleyiciler arasında körüklendi.

Dizinin ana konusu ise kısaca, bir insan ve vampirin yaşadıkları aşk...
Bu da unutulmamış ve Lovebitten adında insan-vampir çöpçatanlık sitesi oluşturulmuş. Bu vesileyle üye olan kişilerin dataları toplanmış.

Türkiye'de ve başka bir çok ülkede, bir TV dizisinin tanıtımı için yalnızca TV fragmanları döndürülür ve ortak yayın grubunun basılı mecralarında yayınlanacağı haberi yer alır.

Eğlence sektörünün lokomotifi ABD'deki diziler ve lansmanlarındaki mecra çeşitliliği ise heyecan verici boyutta.
Kurguyu hayatın içine entegre ederek bir alt kültür yaratmak için verilen bu çaba ve gösterilen bütünleşik yaklaşım, belki de başarılı olarak sahiplenilen yapımların sırrı olabilir.

Eğlencenin dozunu artırmak için bir mecra, asla yetmiyor...

13 Ağustos 2009 Perşembe

Şirketler için (İK temelli) itibar yönetimi 2.0

Profesyonel kimliği web'de öne çıkarmanın sakıncalarından ve zaman içerisinde kişisel marka'ya nasıl zarar verebileceğinden bahsetmiştik.
Bu sefer de profesyonel kimliği web'de ön plana çıkarmanın şirkete nasıl zarar verdiğinden bahsedelim.


İçinde bulunduğumuz ve Sosyal Medya kullanımının early majority seviyesine girmeye başladığı bugünlerde, gazetelerin İK eklerinde blog yazmanın kariyer basamağını daha kolay ve erken tırmanmak için bir yol olduğunun altı çiziliyor.
Bu da yeni mezunların değil ama, hali hazırda bir şirkette çalışan insanların kendilerini bir şekilde gösterme çabası haline gelebiliyor.

Bu çabalar marka için, kişinin mizacına göre, olumlu da olumsuz da sonuç verebilir.
Benim gördüğüm örnekler ise ağırlıklı olarak olumsuz yönde.

İtibar Yönetimi 2.0
Siz ya da bağlı olduğunuz kurumunuz halen sosyal medya içerisinde yer almıyor olabilirsiniz. Yine de bu, tehdit altında olmadığınızın göstergesi değildir.

Eğer sosyal medya içerisinde profesyonel kimliğini her fırsatta öne çıkaran ve paylaşımlarını bu eksende yapan bir çalışanınız varsa, kendisinin sosyal medya içerisindeki olumsuz tutumları şirketinize orta ve uzun vadede negatif algı yaratabilir (olumlu tavır için de vice-versa).

Hangi davranışlar?
  • Şirket içerisindeki pozisyonunu öne çıkaran kişilerin yanlış kelime seçimleri,
  • Bu kimlik içerisinde insanlarla tartışmalara girmeleri,
  • Karşılıklı saygı kurallarını hiçe saymaları,
  • Argo konuşmaları,
  • Toplum genelinde kabul görmeyen ya da hoş karşılanmayan tutumlar sergilemeleri

eninde sonunda şirkete zarar verecektir.

Şirketler personellerine, kendilerini dışarıda nasıl temsil etmeleri gerektiğini tembihliyorlarsa, profesyonel kimliğini web'de öne çıkaran kimselere de aynı modeli uygulamaları itibar yönetimi açısından önemlidir.

Sınırları kim belirleyecek?
İK departmanı işe giriş esnasında önümüze, sosyal medya kurallarını okuyup anladığımızı, kurallara uyacağımızı, uymadığımızda iş akdimizin feshedileceğini taahhüt ettiğimizi içeren bir form daha mı koyacak?
Yoksa kurumsal iletişim departmanı, gazetecilerle gerçekleştirdikleri yuvarlak masa toplantılarını ve etkinliklerini bırakıp bize sosyal medya adabı konusunda eğitimler mi verecek?
Bugün içinde bulunduğumuz şirket yapıları itibariyle bu soruların cevaplarını vermek güç. Henüz sosyal medya farkındalığı çok az olan kitlelerin bu konuyla ilgili organizasyon içerisindeki yapılarını değiştirmeyi beklemek ütopik olur.

Bu topraklar halen bakir sayılır. Dolayısıyla kendi sınırınızı kendiniz çizeceksiniz. Önce kendiniz, sonra şirketiniz için.

Çalışanlarımız sosyal medya içerisinde, ne yapmalı?
Tuğçe Esener, geçtiğimiz günlerde Şirket personeli için Sosyal Medya kullanım kuralları adlı bir yazının çevirisini yaparak paylaşmıştı. Okumanızı öneriyorum.
Yazının içinde şirketinizi, etkileşimli mecralarda kendi çalışanlarınızdan koruyacak bir çok madde görebilirsiniz.

Henüz emsallerine Türkiye'de rastlamadık, ancak blog yazmanın ve sosyal medya içerisinde bulunmanın bir farklılaşma mecrası haline geldiği bugünlerin hemen ardından şirketlerde de, ufak çapta bile olsa, çalışanlardan kaynaklı sosyal medya krizleri ortaya çıkacaktır.

Şimdiden önleminizi alıp sınırlarınızı belirlemek, ya da (her zaman yaptığımız gibi) "günü gelince bakarız" demek de sizin elinizde.

6 Ağustos 2009 Perşembe

3G lansmanını siz yapıyor olsaydınız...

Operatörler 3G diye ortalığı yıkıp geçiyor. Bu iletişim bombardımanında 3G'den uzak kalabilmek imkansız.
Çok nadiren televizyon izlerim. Bu haftasonu da o nadir anlardan birinde, bir reklam kuşağında 3 dakika içerisinde 6 frekans 3G reklamı izlemiş bulundum.

Bu kadar yoğun yayın yapılmasına rağmen naçiz görüşüm, Türkiye'deki telefon operatörlerin yolunu şaşırmış olduğu...

Haksız da sayılmazlar, zira 3G aslında bir çok mobil teknolojinin kullanım alanını genişleteceği gibi, web 3.0 teknolojilerinin de kapısını aralayacak.
Dolayısıyla bu yenilik big bang'inde nereye yoğunlaşacaklarını bilemediler ve 3G'yi insanlara en kolay yolla anlatabilecekleri yenilik olan görüntülü konuşma üzerinden anlatmak istediler.

Haber bültenleri ve advertorial çalışmalarda sürekli olarak gördüğüm 3G vaadi (USP - unique selling proposition), görüntülü konuşma üzerine oldu. Oysa yapılan araştırmalarda görüntülü konuşma yapmak isteyenlerin oranı yüzde 21,77 olarak saptanmış. Yüzde 35,11'lik bir kesim fiyata göre deneyeceğini belirtmişken, görüntülü konuşma yapmayı düşünmeyenlerin oranı ise yüzde 38,60.

Bu da aslında 3G teknolojisinin temel kullanım alanının görüntülü konuşma üzerine olmadığının göstergesi.

Peki 3G'nin vaadi neden görüntülü konuşma oldu?
Mobil internet teknolojilerini kullanan kişiler, 3G'nin ne anlama geldiğini zaten biliyor ve kullanıma açıldığından beri kullanıyorlar.
Bilmeyen kesim buzdağı'nın görünmeyen, mobil internet teknolojilerini daha önce hiç kullanmamış ya da çok az kullanmış olan kısmı.
Ve bu kısma 3G teknolojisini anlatmak, bu bütçelerle bile zor olabilir.

Sizin elinizde 3G lansman fırsatı olsaydı,
Türk insanına 3G teknolojisini görüntülü konuşma yerine nasıl anlatmayı tercih ederdiniz?

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Ünlüler için Sosyal Medya Cangılı

Sevgili Toygarcan, kanına kim girdi bilmiyorum; belki cin fikirli menajerin, belki komşunun üniversite’ye giden fazla zeki çocuğu, belki bir hayranın ya da belki de hiçbiri değil, içgüdüsel bir şekilde kendi tercihin… Netice itibariyle, “sosyal medya” denen cangıla girmiş bulunuyorsun…

Sosyal Medya’yı neden cangıl diye nitelendirdiğimi bilmek ister misin? Anlatayım.

Bu “balta girmemiş” rafine ortamdan kafanı içeriye uzattığın anda ilk önce sesler duymaya başlarsın.

Sen daha bilgisayarının başında güleryüzle, yaşamının içinden kareleri, senin gibi fakat ünlü olmayan insanlarla paylaşmanın heyecanını yaşarken bir anda kavga, gürültü, kıyamet kopabilir.

Örneğin, sabah yaptığın kahvaltı sofrasının fotoğrafını paylaştığın başlığın altında

“Bize nispet mi yapıyorsun?”,

“Ünlüler geldi ortam bozuldu”,

“Burası eskiden böyle değildi”,

“Zıkkımın pekini yiyin”
gibi konu dışı ve anlamsız serzenişlere rastlayabilir, bir yandan zaten yeni kullanmaya başladığın web 2.0 araçlarının özelliklerini çözmeye çalışırken, bir yandan da tartışmanın neden çıktığını anlamaya uğraşırken bulabilirsin kendini.

Hayatına dair bir kaç kısa paylaşımdan sonra bir bakmışsın, koskoca sosyal medya aleminde konu yokmuş gibi, gündem maddesi sen olmuşsun…

Bunları okuduysan, korkmuşsundur. Sana bunların neden olduğunu anlatayım da, korkma.

Sana bütün bu olumsuz tepkileri gösteren insanların halet-i ruhiye’leri hakkında ipuçları vereyim biraz. Böylece sen de onları anlayıp, empati kurabilir, seni küçük düşürmek için yaptıkları ancak kendilerini küçük düşürdükleri anlamsız oyunları anlayabilirsin…

Bu arkadaşlar Internet’i ve sosyal medya araçlarını, babalarının kendilerine bir mirasıymış gibi gören, kendi hükümranlıklarının sınırları içinde yaşamak isteyen, hem dışarıya atacağı adımdan, hem de içeriye girecek, popüler olabilecek başkalarından çekinen kimseler…

Hayatlarının hiç bir döneminde popülariteyi yakalayamamış, blog yazarlıkları ya da daha farklı meziyetleriyle bir şekilde popüler olmuş ve şimdi bunun için savaş veren, popülerliklerini korumaya çalışan insanların arasına, geleneksel medyada ünlü olmuş, binlerce hayranı bulunan, kanlı canlı birisi giriyor ve onların uğraş vererek kazandığı bütün ilgiyi bir anda, kendi odağında toparlıyor.

Pufff! Büyü bozuluyor…

CV’lerine fotokopi makinesi ve fax gibi basit ofis malzemelerini dahi kullandıklarını yazan bu kişiler sen ortaya çıkınca bir anda panikliyorlar ve popülaritelerini korumak için uluorta çirkin atıflarda bulunuyor, ufuklarının sınırları olmayan mizah anlayışlarıyla (!) akılları sıra seninle dalga geçiyorlar.

Kimisi seninle iletişim kurmak isteyen insanları aşağılayıp, onları bir kara listeye alıyor, kimisi söylediğin amatörce bir sözü alıp abartarak çeşitli şekillere sokarak alay ediyor, kimisi defolup gitmen adına haykırıyor, kimisi de senden öylesine nefret etmiş ki, hakaret ediyor…

Biraz genelleme yaptım belki ama, nasılsa onlar da seni hiç dinlemeden, bir şans vermeden sana yaptılar. Durumu eşitledik sayılır.

Şimdi senin kazanman için yapman gerekenlere gelelim;

Bahsi geçen insanlar, senin etrafındakiler ve hatta sen dahi unutmuş olabilirsin ama, profesyonel/ünlü kimliğinden önce, bir insansın.

Sen sen ol, üslubunu ve moralini bozmadan, içinden geleni dilediğin gibi paylaş. Bu tip sataşmalara kulaklarını tıka ama, sana insana yakışır biçimde, olumlu ya da olumsuz geri dönüş yapanlara mutlaka istedikleri cevapları ver.

Herkese karşı güleryüzlü ol, saçma sapan tavırlara bile hoşgörüyle yaklaş, çünkü onların sebepleri olduğunu artık biliyorsun.

Bunların hepsi kulağına küpe olsun Toygarcan. Eğer bu cangılda hoşgörülü ve samimi davranamayacak, kurallarına uygun oynayamayacaksan hiç adımını atma. Cangıla aşina “eskiler” tarafından yutulmaktansa olduğun yerde kalman daha iyi olur…

Aramızda iletişim kurabilmeyi öğrendiğimiz gün, kazanma-kaybetme oyunları oynamadan seni de aramızda görmek isteriz.

Sosyal kal…

Not: Bu yazı 16 Temmuz 2009 tarihinde Cengiz Çatalkaya'nın blogunda yayınlanmıştır.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Web 2.0 ve online toplulukların satın alma kararları üzerindeki etkisinin yönetilmesi

Web teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte perakende önündeki en büyük engellerden biri de, zayıf satış sonrası hizmetlerin (ya da benzer sorunların) namının web'de yolunu alıp yürümesi oldu. Aslında bu, her sektör için geçerli bir olgu.
Perakende ve teknoloji ürünleri üzerinde bu kadar durmamın sebebi olarak ise, hata toleranslarının çok düşük olmasından ötürü kısa vadede en büyük zararı görmesi muhtemel sektörler olmalarını gösterebilirim.

Hata toleransı düşük olunca, örneğin, bir elektronik ürünü;

  • Vaat edilen performans beklentilerini (son derece göreceli olan tüketici değerlendirmelerine göre) karşılayamazsa,
  • Çeşitli teknik sorunlar yaşatırsa,
  • Satış sonrası hizmetlerde sorun çözümü geliştiremez, çözümcü olmaktan kaçınır ya da,
  • Herhangi bir sebepten ötürü beklentileri karşılayamazsa,

kendisi hakkındaki olumsuz tecrübe'ye, ürünle doğrudan ilgili ya da ürünün bulunduğu kategorilere ait forum, blog, alışveriş siteleri gibi etkileşimin bol olduğu alanlarda negatif geri bildirimler olarak erişebilir. Diğer potansiyel müşterilerle birlikte...


Sorunlu ya da kafası karışmış, sorunu ve çözümü başka yerlerde tüketicilerle temasta olmak ve topluluk yönetimi yapmak üzerinde, bu sebepler yüzünden durmuştuk.

Olumlu içeriklerin yayılması, olumsuz içeriklerin moderasyonu ve kaynaklarına düzenli geri bildirim sağlanması, özellikle perakende ve dayanıklı tüketim sektöründe daha bugünden hayati bir önem arz etmeye başladı bile.

Kısacası, artık web'de (olumlu içerikle) önde bulunmak, rafta önde durmaktan çok daha önemli durumda.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Perakende ile Web'in bütünleşmesi nasıl avantaj olur? / SEO'nun önemi

Web'deki gelişmeleri kendilerine bir araç olarak kullanabilecek perakendeciler kazançlı çıkacak cümlesinden yola çıkarak, neler yapılabileceğinden biraz bahsedelim...

Perakende'yi web'e entegre etmek neden bu kadar önem kazanacak?
Çünkü mobil ve
Augmented Reality teknolojileri, daha önce de bahsettiğimiz gibi, perakendecilik anlayışını daha rekabetçi bir ortama sokacak.
Mobil barkod taraması ya da çeşitli Augmented Reality destekli uygulamalarla elimizde tuttuğumuz telefon ya da benzeri internet bağlantılı cihazlarla satış noktalarında bile ürünler ve/veya hizmetler hakkında anında diğer insanların tecrübelerine erişebileceğiz.

Bu ortamda hayatta kalabilmek için uygulanması gereken taktikleri tek tek inceleyeceğiz. Önce Arama Motoru Optimizasyonu'yla (Search Engine Optimization - SEO) başlayalım...

SEO önemli
Tüketicinin ürünle temas kurmasını sağlayan ilk safta, yani web'de
öndeyseniz, büyük ölçüde avantajlısınız.
Elbette yalnızca önde olmak değil, web üzerinde olumlu içerik ile önde olmak ve bunun optimizasyonunu yapmak gerekiyor (olumlu içerikleri yaratılması da daha sonra bahsedilecek taktiklerden birisi).
Doğru kullanıldığı ve şansa bırakılmadığı takdirde SEO siber uzay içerisinde bulunabilirlik açısından en önemli tekniklerden birisi.

Kendi sübjektif gözlemlerime dayanarak, hem web sitesi olan KOBİ'lerin, hem de büyük işletmelerin SEO tekniklerini yeteri kadar etkin kullanamadıklarını söyleyebilirim.
KOBİ boyutundaki işletmelerin bütçeleri elbette kurumsal şirketlerin sahip olduğu bütçelerle kıyaslanamaz. Fakat, rekabette öne geçmek adına fikir ve yeniliğe açıklıktaki esneklikleri ile (yeterli know-how desteğini de arkalarına alarak) bir çok KOBİ'nin (özellikle web'de) SEO avantajını kullanarak bu alandaki rekabette öne çıkabileceklerini düşünüyorum.

SEO = Bağırmak yerine çağırmak
Öte yandan, makro perspektiften baktığımızda yüksek bütçeli pazarlama iletişimi kampanyalarının da web ayağında SEO'nun yeteri kadar etkin kullanılmadığını söyleyebilirim.
Sattığınız ürün/verdiğiniz hizmetle ilgili bilgilerden haberdar olmak isteyen insanlar arama motorlarında geziniyorken, siz büyük portalların ana sayfalarında, alakasız kitlelere muhteşem floating banner'larınızı boşu boşuna sergiliyor olabilirsiniz.

Arada bir tersine de düşünün. İnsanlara ulaşmaya yoğunlaştığınız kadar insanların da size ulaşabilir olmasına yoğunlaşın.

SEO'nı perakende avantajına çevirmek
Yapılan araştırmalar, arama motorlarında arama yapan insanların %50'den fazlasının, aradıkları sonuçlara ilk iki sayfada rastlayamamaları durumunda aramaktan vazgeçtiklerini ortaya koyuyor (diğer kırılımları da linkte inceleyebilirsiniz).
Aradıklarını bulanların ise çıkan sonuçlardan kaç tanesini ve/veya hangilerini incelediğini aşağıdaki tablodan görebilirsiniz;

Çıkan sonuçların yalnızca bir kaç tanesini (genellikle ilk olanlara) ve ilk sayfandakileri inceleyenlerin oranı %62.

Bu durumda "arama motoru kullanıcılarının büyük bir çoğunluğu (çok spesifik bir arama yapılmadığı taktirde, karşısına ilk çıkan sonuçlara rağbet gösteriyor" diyebiliriz..

Özetle,

  • Bir elektronik mağazanız var, müşterileriniz ürünle ilgili objektif bilgiye erişmek için yaptığı aramalarda,
  • Seyahat acentanız varsa "Yurtdışı tur" aramalarında,
  • Kitap satışı yapan bir web siteniz varsa "kitabın adı" arandığında,
  • Restoran sahibiyseniz "restoran adı + iletişim" arandığında,

ilk 4 (en kötü ilk 10) sonuçta, olumlu içeriklerle var olmak, size büyük avantaj sağlayacaktır.

Bu sıralamada önde olan siz değil de, diğerleri (ya da olumsuz içerikler) olursa, rekabette alacağınız darbenin şiddetini tahmin etmek zor değil.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Boyut değiştiren tavsiye ekonomisi

Google barkod taraması'ndan ve mobil internet kullanımının daha yaygın hale gelmesiyle birlikte perakende sektöründe yaşanacak değişimlerden bahsetmiştik.

Şu an üzerinde çok da fazla durulmayan ve
teknofiyat gibi örnekleri bulunan fiyat kıyaslama uygulamaları, ciddi yatırımlarla büyüyecek ve uygulamalar arasında pazara büyük ölçüde nüfuz yarışı ortaya çıkacak gibi gözüküyor.

Bir teknoloji mağazasına girdiğinizi düşünün, herhangi bir elektronik cihazı elinize alıyor, barkodunu google'a, ya da google altyapısı ile çalışan bir fiyat kıyaslama uygulamasına okutuyorsunuz. Uygulama 2 sokak ötedeki mağazada daha uygun fiyatlı sonuçları listeliyor ve satın alma yapmak için oraya doğru gidiyorsunuz...
Hayal etmesi zor değil.

Bu entegrasyon süreci hızlı tüketim ürünleri için (önemsiz fiyat farklarından ötürü) hemen yaşanmayabilir. Ancak kitap, aksesuar ve elektronik gibi diğer dayanıklı ürünlerde fark yaratacak gibi gözüküyor.
Bunu yalnızca sizin değil, her gün binlerce tüketicinin yapacağını düşünürseniz... Rahatlıkla gelir modeli yaratacağınız başarılı bir start-up kurmanız işten bile değil.

3 Temmuz 2009 Cuma

Perakende 2.0; Tehdit mi, fırsat mı?

Web ile birlikte değişen perakendecilik yaklaşımlarına artık aşina olduk. Yüce’nin bu yaklaşımları özetlediği yazısı mevcut durumu gayet iyi anlatıyor.
Ancak bir de, şirketlerin elinde olmadan gelecek değişimden bahsetmek gerekiyor.

Google Mayıs ayında iPhone ve Android cihazlarında kullanılabilir olan mobil barkod tarama özelliğini duyurdu.
Google Product ile entegre çalışacak sistem, herhangi bir perakende mağazasına gittiğinizde gördüğünüz herhangi bir ürünün barkodunu cep telefonunuza okuttuktan sonra Google'daki sonuçları görmenize olanak sağlıyor.

Ne gibi sonuçlardan bahsediyoruz?
-Alternatif satın alma önerileri,
-Farklı fiyatlar,
-Ürün performansı,
-Satış sonrası destek ve servis kalitesi
-Hatta tüketici şikayetleri

Gibi her türlü geribildirimleri içeren sonuçlardan bahsedebiliriz.

Bunların perakende sektörü için anlamı nedir?
Bu gelişme orta vadede web'in klasik perakendeciliğe hem rakip olması, hem de klasik perakendecilikteki rekabetçi durumu körüklemesi anlamına geliyor.

Web'deki bu gelişmeleri iyi kullanamayan perakendeciler... Onlar suçu teknolojiye atabilirler.
Teknolojiyi iyi kullanan perakende firmalarının bu gelişmeleri kendileri için avantaja çevirmesi için ise bir sürü fırsat olacak...

30 Haziran 2009 Salı

İkinci yıl


İlk yazımı yazmamın üzerinden yine iki sene geçmiş, iki gün farkla blogumun doğum gününü yine kaçırmışım.

Yazılarımı takip edip nitelikli yorumlarıyla yazılarıma değer katan herkese çok teşekkür ediyorum.
Siz olmasaydınız 2 sene boyunca monolog yapmak oldukça sıkıcı olurdu!

Madem bu yazıyı tamamen bloguma ayırdım, bunu bir fırsata çevirelim...
Eleştirileriniz varsa benimle paylaşabilirsiniz. Hepsini memnuniyetle dinlemeye hazırım...

Nice yaşlara diyelim...

26 Haziran 2009 Cuma

Aramadığını bulmak

Perakende'de Dell'in uyguladığı metodun nasıl uyarlanabileceğinden bahsettik.

Bir de tüketici perspektifinden bakalım; aklınızda yeni bir bilgisayar ya da teknoloji ürünü satın alma fikri olmamasına rağmen, bir "fırsat" opsiyonu anlık satın alma itkisi yaratabiliyor.
Bu anlık satın alma itkisi, Dell'in Twitter'da yakaladığı büyümenin bir başka sebebi olarak gösterilebilir. Peki, hepsi bu mu?

Elbette değil.
Eski de olsa, 2002 yılında yapılmış bir online satın alma davranışı araştırması, anlık satın alma davranışı gösteren web kullanıcılarının satın aldıkları ürünlere %75 gibi bir oranda kategori sayfalarından ulaştıklarını göstermekte.

"Bu bulgularla Twitter'ın ne ilgisi var?" diyebilirsiniz.
Bir ürün hakkında bilgi almak ya da yalnızca gezinmek amacıyla dolaştığımız bir websitesi'nde gözümüze çarpan uygun fiyatlı bir ürün anlık satın alma güdüsünü tetikliyor.
Bu çıktıları "Genellikle aradığımızı değil, gördüğümüzü satın alıyoruz" şeklinde yorumlayabiliriz.

Dell, Twitter'ı kullanarak ekranının başındaki bir çok insanın, aslında aramadıkları ürünleri, herhangi bir e-ticaret platformunda dahi olmamalarına rağmen gözüne soktuğu için bu başarıyı yakaladı.

22 Haziran 2009 Pazartesi

Perakendeciler Web 2.0'ı keşfetmeli

Bir perakende şirketi düşünün. Örneğin, KVK, ya da Teknosa...

Bu şirket, elindeki stok fazlasını eritmek, likiditesini artırmak ve kısa süreli satış artırıcı kampanyalar düzenlemek istiyor.

Bu amaçla broşür, mağaza içi görsel malzemeler, mağaza içi raf düzenlemeleri, çalışanlara bilgilendirme kitapçıkları ya da kısa eğitimler, kısacası BTL (çizgi altı) iletişim araçlarını kullanıyor.
Zaman zaman daha da öteye gidip, dergilere ilanlar, outdoor bilgilendirme, SMS kampanyaları yapıyorlar.
Web'e dair kullanılan yegane şey, spam mantığında, veride hiç bir ayrıştırma yapılmadan atılan tüm database'e atılan e-newsletter'lar oluyor.
Bütün bunları, tüketiciyi mağazaya çekmek için yapıyorlar.

Tüketici'nin ürün görmek için mağazaya gitme devri artık sona erdi, fakat ısrarla mağaza içine sokmaya çalışılıyorlar. BTL giderler de cabası...

İlk temas = Web

Malesef, web ile bütünleşmek fikri, online satış yapılacak bir site kurmaktan ve e-newsletter göndermekten ibaret görülüyor.

Tüketiciler için fırsat olarak gördüğünüz kampanyalarınızı web'de etkin biçimde duyurmanız için, etkileşimli araçları kullanmanız ve tüketicilerle etkileşime geçmeniz gerekmekte.
Bugün ihtiyaç duymayan kimse sizin ayağınıza gelmez.
Bu durumda da, statik web alanınızda kendiniz çalıp, kendiniz oynarsınız.

E-newsletter gönderimiyle ya da ilan yoluyla mağazaya insan çekmek yerine, mağazanızı insanların ayağına getirmeyi düşünmeniz lazım.

Dell'in yakaladığı ve günlerdir konuşulan başarının sırrı, işte burada yatıyor.

Etkileşim'in gücü

Microblogging ve diğer Web 2.0 araçları, kartopu etkisi yaratıyor.

Biraz dikkatli bakıldığında,
DellOutlet hesabının bu kadar bilinir hale gelmesinin ve yayılma prensibinin, aslında Twitter'ın cevap verme mekanizması olan @reply seçeneği olduğunu gözlemlenebilir.

Adım adım incelersek;

  • Dell tarafından yapılan her yeni Twitter gönderisine,
  • Takipçi ve takipçi olmayan fakat ürünlerle ilgilenen insanların sordukları sorular,
  • Satın alma talepleri ve
  • Geri bildirim vermeleri,
  • Ardından, bu hareketlerin Twitter üyesi binlerce insanın da dikkatini çekmesine ve
  • Kampanyalardan farkında olmasalar da haberlerinin olmasının sağlanması

ve Twitter üzerinden gerçekleşebilecek yüzlerce farklı etkileşim üzerine kurulu bir iş modeli olduğunu söyleyebiliriz.

Dell'in Twitter iş modelinin ve Twitter'ın @reply fonksiyonunun pazarlama adına etkin kullanımıyla nasıl harikalar yarattığını gördükten sonra, yerli perakendeciler (özellikle teknoloji firmaları) farklı kurgular düşünmeden, benzer bir modeli kendileri için geliştirebilirler.

Ancak, bunun için önce Dell gibi şeffaf ve tüketiciyle etkileşimi bir şirket kültürü olarak benimsemiş olmaları gerekiyor.

15 Haziran 2009 Pazartesi

Sosyal Medya faaliyetlerinin ölçümlenmesi

Dell, microblogging için geliştirdiği iş modeliyle 2007 Haziran’ından bugüne kadar yalnızca Twitter üzerinden 3 milyon dolar gelir elde ettiğini açıkladı.

Dell bu başarısıyla yalnızca stoklarını eritip satışlarını artırmakla kalmadı, pazarlama dünyasına Sosyal Medya'da geliştirilebilecek iş modelleriyle nasıl değer kazandıran faaliyetler yapılacağı konusunda da ilham vermiş oldu.

Bugüne kadar yapılan Sosyal Medya kampanyalarının rüştünü ıspatlayamamasının en büyük sebebi,
yatırım geri dönüşünün (ROI-Return of Investment) tam anlamıyla hesaplanamaması olmuştu.
Marka değeri gibi soyut kavramların ölçümlemelerinden bile kesin sonuçlar alınamazken, işin içine online mecraların girmesiyle karmaşa arttı.

Fakat bugün, bu ölçümlemede hatalı olan yerler yavaş yavaş anlaşılmaya başlandı...

Nasıl ölçümlenebilir?

Satır-sütun-santim hesabı gibi konvansiyonel metotlarla ölçümleme yapmak, Sosyal Medya kampanyaları için gerçeği yansıtmıyor.
Bunun için mecrayı tanıyan yol göstericilerinizle birlikte markanıza ölçüm kriterleri belirlemeniz gerekiyor.

Kriterler ne olabilir?

Hedefinize bağlı olarak;

  • Fikir önderlerini hakkınızda konuşturmak,
  • Online topluluk yaratmak,
  • Tüketici geribildirimleri almak,
  • Şikayet toplayarak çağrı merkezi yükünü hafifletmek ve web'deki itibarı korumak,
  • Arama motorlarında olumlu içerikle öne çıkmak,
  • Online satış yapmak ya da artırmak olabilir.

Bu kriterler arasında markanın ihtiyacı doğrultusunda ayrı ayrı kurgularla, markanın bulunması gereken mecralara göre konumlandırılmış kampanyalar ve farklı uygulamalar yaratılabilir.

Sayısal mı, deneyimsel mi?

Başarı kriterlerizin niteliği nedir? Sayısal mı, deneyimsel mi?

  • Kaç sayıda şikayet topladığınız,
  • Online topluluğunuzdaki katılımcı sayısı ve,
  • Arama motorlarında şirketiniz adına kaç adet sonuçta yer aldığınız,

Sayısal kriterlerin ölçümlemedeki hedefine dair örnekler olabilir.

Deneyimsel ölçümleme hedefi de bu bağlamda;

  • Çözüm getirilen müşterilerin tatmin olma dereceleri,
  • Çözümlenen şikayetlerinin nasıl yankı bulduğu,
  • Online topluluğun ürettiği içeriğin satınalma kararları üzerindeki etkisi ve,
  • Tüketicilerden gelen geribildirimleri değerlendirip yeni ürün/hizmet geliştirme ya da mevcutların kalitesini artırmaya yönelik çalışmaların yaratılması,

gibi daha niteliksel ve soyut hedefler olabilir.

Amacınızı kontrol edip hedefleri buna göre belirlemek, ölçümlemenizi doğru yapabilmeniz için önemlidir.

Söz konusu kriterleri ve ölçümlemek istediğiniz nitelikleri belirledikten sonra yapacağınız Sosyal Medya uygulamalarından aldığınız geri dönüş oranını hesaplamak ve yarattığınız değeri bu şekilde ölçmek sizi daha tutarlı sonuçlara götürecektir.

Bir de not düşmek gerekir; Sayısal hedeflere göreceli olarak daha kolay ulaşılabilirken, deneyimsel hedeflere ulaşmak (içinde
müşteri tecrübesi kavramını da barındırdığından) dolayı daha fazla vakit ve emek gerektirecektir.

9 Haziran 2009 Salı

Önce başkaları denesin...

Bu lafı çok sık duyuyorum; "bekleyelim, önce başkaları yapsın, biz daha sonra yaparız".

Bu kadar çok ilk olmayı isteyen insana rağmen, bu söz halen ağızlarda pelesenk...

Yeni bir teknolojiye, yeni bir mecraya, yeni bir yaklaşıma ihtiyatla yaklaşılır. Sonra, sihirli söz söylenir; "önce başka markalar denesin de, biz de vakti gelince yaparız..."

Anlamını hiç düşündünüz mü? Ben, mağlubiyeti baştan kabul eden bu söylemi şöyle yorumluyorum;
"Biz, yeni bir teknoloji ya da yeni bir yaklaşımla anılacak bir marka değiliz."
"Bu atılımı yapmak için bir bütçe ayırmayacağımız gibi, aynı zamanda cesaretimiz ve vizyonumuz da yeterli değil.
"Biz öncü değiliz, bu iş öncülere göre...


Liderlik zihinlerde başlar. Bu düşünceleri uzaklaştırmak ilk adım olabilir.

2 Haziran 2009 Salı

Türkiye'de bir ilk!

Pazarda ilk olmak büyük bir avantajdır.

Her girişimci, pazarda ilk olmak ister.
Her çalışan, ilk kez uygulanacak bir projede yer almak ister.
Her marka yöneticisi, yeni ürününün üzerine "Türkiye'de ilk!" yazdırır.

Herkes "ilk"leriyle övünür, ancak bu genellikle pek az insanın umurundadır.

Evet, pazarda ilk olmak büyük bir avantajdır. Ancak, bu sadece bir avantajdır.
İyi değerlendirilemeyen avantaj kimseye yaramaz.

Google ilk değildi, buna ihtiyacı yoktu. İnsanlar için önemli olan en doğru sonuçlardı.
Domino's Pizza ilk değildi, buna ihtiyacı yoktu. İnsanlar için önemli olan lezzet ve bu lezzetin 30 dakikada onlara ulaşabilmesiydi.
Bir sürü yeni ajans kuruluyor, büyüyorlar, ses getirecek işler yapıyorlar. Bunlar da hiç bir zaman ilk olamadılar. Markalar için önemli olan kriter, güzel sonuçlar almak oldu.

Başarıya götüren faktör ilk olmak değil, paydaşlarınıza faydalı uygulamalar yaratmaktır.

İnsanlar için vaatleri, sonuçları ve kazanımlarınızı dinlemek, "İlk X projesini ben yaptım", "Türkiye'nin ilk X şirketiyiz", ya da "Dünyada ilk kez bu ürün bizde" gibi söylemlerden daha önemlidir.


Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek yok.

29 Mayıs 2009 Cuma

Geleneksel Medya'dan Sosyal Medya'ya geçiş / Sosyal Medya nasıl fark yaratır?

Bilgiye erişim metotları, artık değişti.

Real Time Web hakkında konuşmaya başladığımız ve öngörülerde bulunduğumuz bugünlerde, bilgi akışının yavaş yavaş sosyal ağlara ve daha büyük bir hızla kitlesellikten bireyselliğe geçişini, geleneksel metotların etkinliğini ve ulaşım gücünü yitirdiğini gözlemleyebiliyoruz.

Sosyal Medya, insanların kendi haber alma kaynaklarını kendilerinin belirleyeceği bir yola daha şimdiden girdi bile.



Sosyal Medya'yı tanımlarken bir çok nitelikten bahsediyoruz.
Sıkça kullandığımız iki nitelik var; biri "tarafsız", diğeri "güvenilir".


Sosyal Medya nasıl fark yaratır?

Geleneksel medya ve PR şirketlerinin ilişkilerini tartışır, geleceğe dair öngörülerde bulunurken Murat Gök, "(Şu anki basının) Yerine gelenlerin eskilerini aratmayacağını düşünüyor musunuz?" gibi bir soru sordu.

  • Markalara seslerini duyurmak için şikayetlerini topluluk içinde belirten,
  • En ufak söz dizimini dahi bahane ederek yapılmaya çalışan işleri küçümseyen,
  • Markalara/insanlara olan antipatilerini yüksek sesle haykıran insanlar, markalarla karşı karşıya kaldıklarında el pençe divan duracaklarsa cevabım "Hayır, yeni gelenler daha bile kolay lokma olduğunu düşünüyorum" olacaktır.


Sosyal Medya'nın fark yaratacağını söylemek şu an için zor.
Ancak, Geleneksel Basın'ın güvenilirliğini yitirdiğinden, PR faaliyetlerinde network ve menfaat ilişkilerinin ayyuka çıktığından, basının şeffaf olmamasından şikayet ederek buna çözüm getirmek vaadiyle ortaya çıkan bir topluluğun, duruşunu koruması ve farkını ortaya koyması gerekli diye düşünüyorum.
Sosyal Medya, "tarafsızlık", "güvenilirlik" ve en önemlisi "medya" unvanını ancak bu şekilde elde edebilir.

Markalar ve ajanslar da zamanla, elindeki sopayı (ya da çiçeği) her gösterene göz kırpanlarla, duruşunu koruyanlar arasındaki farkı kavrayacak ve web 2.0 topluluğunu buna göre etiketleyeceklerdir.

Bizim, basın mensuplarını ve sektör içerisindeki insanları kendimizce etiketlediğimiz gibi.

22 Mayıs 2009 Cuma

Anlaşılamayan Sosyal Medya

Bir seferinde "Hergün bir sürü insan internet'te markanıza tecavüz ediyor!" diye bir söylem duymuştum.

Sosyal Medya'yı tanımlamak için kullanılan bu tabiri, o zaman çok garip bulmuştum.

Kimisi bu tutumları tecavüz olarak adlandırsalar da, vizyon sahibi kimselerin bunu bir fırsat kapısı olarak görmeleri lazım.

İletişim profesyonelleri Sosyal Medya'yı, tüketicileri alınlarının orta yerlerinden vurabilecekleri bir keskin nişancı tüfeği olarak kullanabilecekleri gibi, ırzlarına geçen bir sapkın olarak da görebilir ve ondan sakınmak, bilgi çağının krizlerinin önüne geçmek için onu hijyenik tutmak gibi ulvi bir misyon da edinebilirler.

Her iki şekilde de, doğruları ve yanlışlarıyla, Sosyal Medya karşısında bir tavır almak durumundalar. Ancak, her ne kadar benimseyenler olsa da ikinci tercih, internet'in özgür yapısı gereği oldukça ütopik bir yaklaşım olmaktadır.

O halde, daha açık şekilde ilk seçeneği kullanmak için neler yapmalı?

1-Bloglara basına yaklaştığınız gibi yaklaşmayın. Basın bülteni gönderir gibi gönderilen özensiz iletilerinizin birçok blog yazarı tarafından hemen silindiğini hatırlatayım.

2-Bloglarda iletişim faaliyetleri yürütmek istiyorsanız terzi kesim uygulamalar uyarlamanız gerekir. Her blogun üslubu, tasarımı, takipçi profili ve dili ayrıdır. Buna gücünüzün yetmeyeceğini düşünüyorsanız banner tadında reklamlarla ne yer işgal edin, ne de paranızı harcayın.

3-Yaptırım gücünüze göre değişmekle birlikte, geleneksel mecralarda hoşunuza gitmeyen haberleri yayınlamadan önce geri çektirebilirsiniz. Bloglarda veya sosyal platformlarda hoşunuza gitmeyen bir yazıya rastladıysanız blog sahibini/yazarı yazıyı kaldırması için uyarmanız ise tam tersi etki yaratacaktır.

4-Kurumsal blog denemeniz ya da bloglarda söz hakkınızı kullanmaya çalışmanız amatör ellerde faciayla sonuçlanabilir. Bu konuya el atacaksanız en iyisi ya web 2.0'dan iyi anlayan bir PR şirketi bulmak (gelenekseller arasında web 2.0 hakimiyeti olduğunu iddia edenlere gülmek serbest!), ya da kafayı devekuşu misali kuma gömüp söylenenlere sırt çevirmek. Unutmayın, kendinizi aklamak için yapacağınız amatör bir girişim mevcut durumu daha da içinden çıkılmaz hale getirebilir.

5-Önce araştırın. Sizin için neler söylendiğini, ne düşünüldüğünü belirleyin, uygun bir yaklaşım geliştirin, kalkanlarınızı ve silahlarınızı hazırlayarak iletişime geçmeyin. Sosyal Medya'ya karşı bu tip önyargılarınız varsa, Sosyal Medya'da hiç bulunmayın daha iyi.

Bu durumda kendinizi yine web 2.0'dan anlayan birilerinin kollarına bırakmanız ve ilk yaklaşım planını onlardan duymanız yerinde olacaktır.

Benim aklıma ilk gelenler bunlar, sizin eklemelerinizle daha değerli olacaktır diye umuyorum...


Not: Bu yazıyı Eylül 2008 tarihinde yazmış, ancak yayınlamamıştım. O günden bugüne kadar Sosyal Medya ve web 2.0 üzerine 15'i aşkın, daha geniş kapsamlı yazı yazdım. "Sosyal Medya'yı ben anlatacağım" gibi bir kaygım olmamakla birlikte, amacım pek az insanın değindiği bu konuda ilgilenenlere nitelikli bir kaynak oluşturmak ve yol haritası çıkartmaktı.
Bu doğrultuda çoğunlukla çok güzel feedback'ler almama rağmen, son dönemde karşılaştığım bazı yaklaşımlar kendimi "boşa konuşuyorum herhalde?" diyerek sorgulamama sebebiyet verdi.
Umuyorum ki çoğunluk ilk gruptadır...

15 Mayıs 2009 Cuma

Sosyal Medya'da olumsuz içerik yönetimi

Sosyal Medya dediğimiz yer nedir? Şikayet duvarı mıdır?
Bence değildir ve olmamalıdır.
Yoksa ciddiyetini kaybeder, bir çok marka sosyal medya'yı "cehennem" olarak görür, -yanlış bir karar alarak- uzak durur.

2.0 üzerine beyin fırtınası başlığı altına yorum yapan Oğuz Serdar, "3.parti marka değerlendirme / şikayet siteleri nasıl alt edilebilir?" diye sormuş.
Bu sorunun ipuçlarını
Sorunlu Tüketici 2.0'da vermiştim, ancak daha açık cevabımı farklı bir yerde, Begüm Kaya'nın yazısı altında verdim;

Markalar şikayet toplama işini üçüncü partilerin ellerine bırakırlarsa,
Şikayet Var gibi 2.0 kurallarından çok uzakta, şeffaflığı çok tartışılır sitelere hem fee öderler, hem de şikayetlere yetişmesi için eleman istihdam etmek zorunda kalırlar.
Bu toplulukların nasıl oluşturulacağı konusunda sektörel bazda çok çeşitli yaklaşımlar geliştirilebilir.
Mecralar bazında da incelenerek bir kaç kategoriye ayrılmış, bütünleşik bir müşteri datası oluşturulabilir ve mecranın iletişim tonu kendine has hale getirilir.
Hatta bir adım daha öteye götürülüp Gönüllü Marka Elçileri yaratılabilir.
Elbette Gönüllü Marka Elçileri yaratmak için farklı kurgular ve bir ek/alt kampanyalar yürütmek gerekli.
Bu Gönüllü Marka Elçileri'nin olası organik yardımları, dış kaynaklar olarak görülüp web mümkün olduğunca gözlemlenebilir.

Bunun üzerine Oğuz, "markaların bu işi yönetemeyeceği ve markalar üzeri ciddi bir oluşumun bu işi düzene sokabileceği"ni düşündüğünü belirtmiş.

Eğer Gönüllü Marka Elçileri topluluklarının yaklaşımları ve kurguları birbirlerinin aynısı olursa Oğuz bu tesbitinde haklı olabilir.
Ancak, ellerini çabuk tutup akıllıca yaklaşımlar geliştiren ve benzersiz kurgular yaratarak kendi topluluklarını yaratan markalar, "ağlama duvarları" ya da web'de kendi başlarına yakınarak ses çıkarmaya çalışan tüketicilere karşı daha avantajlı durumda geçeceklerdir.

7 Mayıs 2009 Perşembe

Sosyal Medya'da "kötü" ile mücadele

2.0 üzerine beyin fırtınası’na FriendFeed’de bir çok nitelikli yorum geldi. Bu kadar yorumla birlikte konu bir çok yöne gitti. Hemen hepsi önemli konular ve üzerine ayrı ayrı düşünmek, tartışmak gerekiyor...

Konular arasında toplumsal psikoloji’nin sosyal medya’ya yansıması, sosyal medya’da kişilerarası iletişim ve sınırları, markaların olumsuz sosyal medya içeriğine karşı geliştirebileceği yaklaşımlar, ilk nesil marka şikayet sitelerinin ve popüler sosyal medya katılımcılarının şikayet toplama tekelini kıracak alternatif metotlar, web 2.0’ın etik kodlarının oluşturulması gibi derin derin konuşulabilecek başlıklar mevcut.

Önce kendi konumuza dönelim; Kötü ile mücadele’den kastettiğimiz şey, Ufuk Özgül’ün de bahsettiği “karalamalar ve asılsız suçlama öğelerine sahip içeriğin internet’te kontrolsüz (ya da daha kötüsü, bilinçli) biçimde yayılması”.

Söz konusu içerik internet’te yayılmaya başladıkça ortaya bir kriz tablosu çıkıyor ve bu, yine Ufuk’un bahsettiği gibi bilinen krizlere benzemiyor. Bu konuya daha sonra değineceğiz…

Burada Özhan Yiğitler “Müşteri her zaman haklıdır” önermesinin sürekli olarak benimsenmesi ve buna göre yaklaşım sergilenmesi gerektiğini önerdi.
Katılmıyorum.
Zira her “haklı” yaklaşım, Uğur Özmen’in önermesini doğru çıkarıyor. Hem de acımasızca.
Ufuk Özgül, “müşteri her zaman haklı değildir, ancak haklı da haksız da olsa aynı ilgili yaklaşım sergilenmeli” gibi bir cümle sarfetmiş.
Haklı, ancak kritik soru şu; kantarın topuzunun nerede olduğunu nasıl bileceğiz?

Buradaki hassas nokta, müşteri’nin “haklılığının” bir şekilde ölçümlenmesi.
“Müşteri her zaman haklıdır” diyerek bir değerlendirme yapmaksızın ortaya çıkan her olumsuz koşula sürekli yeni yaklaşımlar geliştirilmesi ciddi bir zaman ve insan kaynağı maliyeti getirecektir. Üstelik, Ercan Bülbül’ün de belirttiği gibi, kötü içeriği yok etmek isterken her birine cevap vererek onu büyütme riski de mevcut.

Sosyal medya maalesef bugün, zararlı içeriğin en büyük ev sahibi konumunda ve bu pek de hak edilmeden alınmış bir unvan değil. Burcu Tüzün bir WOMM gerçeği olarak olumsuz içeriğin olumlu içerikten 10 kat hızlı yayıldığını hatırlattı. Olumsuz içeriğe dair forward mailleri ya da bloglarda/mikrobloglarda yazılan yazıların/yorumların örneklerini sık sık görüyoruz.

Bu içeriklerin ölçümleme değerlerini de markalar kendi başlarına değil, sosyal medya’nın içindeki insanlarla birlikte belirlemeliler.

Burada, başta blog yazarları gibi başını çektiğimiz grupların, bu sorumluluğun bir kısmını ele alıp, günlük hayatta kendi algılarımız dahilinde yarattığımız filtrelemelerin benzerini oluşturmamız gerekiyor.
Olumsuz içeriğe karşı mücadelede üzerimize düşen sorumluluk, sosyal medya’nın şikayet duvarına dönmemesi, asılsız ya da abartı suçlamalar içeren olumsuz içerikleri bu alanın dışında tutmamız ve kulak vermememiz olacaktır.

Bu bilincin oluşması için daha fazla zamana ve web 2.0’ın daha somut etik kodlarının oluşmasına ihtiyaç var. Ancak, oluşturulduğunda markaların lehine olacağı söyleyebiliriz.

22 Nisan 2009 Çarşamba

2.0 üzerine beyin fırtınası

Dün Uğur Özmen'le yaptığımız bir konuşmadan alıntıdır...



İtibara zarar verecek suçlamaların, isimsiz karalama maillerinin şikayetlerin, üretilen negatif içeriklerin şirketler nezdinde yarattığı dinamikler üzerine kısa ama, uzunca yorumlanabilecek bir söz.

Bu konuya sizden gelecek yorumlar doğrultusunda devam edeceğim (ya da etmeyeceğim)...

Ne dersiniz, kötü'ye karşı mücadele gerçekten de finans/insan kaynaklarının harcanmasına sebep oluyor mu?

15 Nisan 2009 Çarşamba

Markalar için Sosyal Medya rehberi; Anlamlı işbirlikleri kurun

Hazırlıklarınızı yaptıktan, yanınıza Sosyal Medya'yı bilen insanları aldıktan sonra uygulamaya geçmek için temponuzu biraz daha artırabilirsiniz.

Aktif bir diyalog başlatmak için yapabileceğiniz şeyler, sınırsız...
Ürünlerinizin / hizmetlerinizin kapsamı dahilinde bir kurgu ile ister sürekli diyalog halinde bulunabilir, isterseniz de dönemsel kampanyalar yapabilirsiniz.

Rekabet kızışıyor!
Çok kısa süre sonra buralar marka cenneti olacak demiştik.
Sosyal Medya'nın long tail etkisi yaratacağını kavrayan markalar artık etkinliklerini de bu alan için özel hazırlamaya, hatta bu alana doğru kaydırmaya başladılar bile.
Sivrilmek için daha radikal işler çıkarmak gereken günler geldi bile!

İnteraktif ajansınız arkanızda olsun!
Bu ortamın doğasını en iyi onlar anlar.
Sosyal Medya ile işbirliğini siz kontrol edin, ancak araya interaktif ajansınızdan başka üçüncü parti sokmamaya özen gösterin.

Kurgu yaratmakta zorlanıyoruz.
Bunlara elverişli ürünleriniz / hizmetleriniz olmadığı için kurgu yaratmakta zorlanmak gibi bir mazeret söz konusu olamaz. Doğrudan ilişki kuramıyorsanız dolaylı yolları deneyin!

Yakın ilişkiler kurun...
Sosyal Medya alanları, gazete-dergi köşesinden farklıdır. Sosyal Medya'yı hedef kitlenin kendisi ya da mecra olarak görmek uzun vadede bir çözüm olmayacaktır.

Elbette burada nasıl bir yakın ilişkiden bahsettiğimi çok iyi anlamak lazım.
Eğer markanızla Sosyal Medya konuşmacılarınız aranızda bir diyalektik yoksa evet, bu Sosyal Medya'nın tarafsız bakış açısını zedeleyebilir.

Bu aralar blog yazarları da bu konu üzerinde oldukça hassas davranıyorlar. Markalar hakkında yazılar yazılıp yazılmaması gerektiği konusunda uzun tartışmalar sürüyor.

Bu tartışmaları sürdürenlere bir ipucu;
Bugün için geleneksel sayılan iletişim kanalları da markalar tarafından mecra olarak benimsenmeden önce bunun "istila" olduğunu düşünenler vardı.Televizyon reklamlarına, gazete ilanlarına, hatta kuponla tencere-tava dağıtılmasına bir sürü insan veryansın ederken, herkesin evinde Sabah Gazetesi'nin verdiği stereo kasetçalar'lar en güzel köşede ikamet ederdi...

Yine de kararını vermiş olup, yazmanın sakıncası olmadığını düşünerek, inanmadıkları ya da yaklaşımını beğenmedikleri markalara itibar etmeyen, yazacağı markaları dikkatle seçen blog yazarlarına artık rastlayabiliyoruz.


Zaman içerisinde geleneksel basında da olduğu gibi bloglar zaman içerisinde nerelerde durmak istediklerini kendileri seçeceklerdir.
Anlamlı işbirliği yapan bloglar bu süreçten güçlenerek çıkacaktır.
Anlamlı işbirlikleri kuran markalar da...

6 Nisan 2009 Pazartesi

Markalar için Sosyal Medya rehberi; Stratejinizi seçin

Her marka göz önünde olmak zorunda değildir. Bazılarının daha farklı ihtiyaçları olabilir...

Temel pazarlama... Segmentasyon.
Bazı markalar daha büyük kitlelere hitap ederken (örneğin gıda markaları), bazıları çok spesifik gruplara hitap ediyor olabilir (lüks tüketim markaları).
Amaçlarınız, hedefleriniz ve kurgunuz doğrultusunda Sosyal Medya işbirlikçilerinizi seçmek konusu tamamen size kalmış durumda.

Şeffaf olmak zorunda değilsiniz!
En büyük iletişim değerini taşıyanları, en nitelikli okuyuculara sahip olanları, en sofistike dili kullananları, en çok kadın okuyucuya sahip olanı, en kalabalık takipçi sahip olanları... Hangisini seçeceğiniz stratejiniz doğrultusunda değişebilir.

Burada yaşayacağınız bazı kırgınlıklar, sıkıntılar, olumsuz geri dönüşler, hatta Sosyal Medya içerisinde güzel işinize yapılan lanetlemeler olabilir.
Hemen paniğe kapılmayın. Çok kısa bir süre sonra bu mecra içerisinde markalar daha fazla söz sahibi olmaya başladıklarında işler değişecek.
Siz, sizi ve markanızı taşıyabilecek insanların seçilmesine odaklanın.

Ne yapmak istiyorsunuz?

  • Aktif bir şekilde konuşmak mı?
  • Dönemsel bir kampanya yapmak mı?
  • Konuşulacak iş yaratmak mı?
  • Yoksa olası krizleri yönetmek mi?
İhtiyacınızı ve kaynaklarınızı iyi belirleyin.

Bugün Sosyal Medya'yı konuşmak için katıldığım bir toplantıda, bizi davet eden kurum yöneticilerine, Türkiye'deki en antipatik top 5 kurumdan biri olduklarını ve Sosyal Medya'da bulunmalarının akıllıca olmadığını nazik bir dille belirttim. İsmi lazım olmayan bu firma için en uygun durum olası krizlere cevap verecek platformlar yaratmak olabilir.

Yanlış kararlar tahribat yaratır.
Az önce verdiğim örnekten yola çıkarsak, bu firmanın Sosyal Medya kampanyası yapması durumunda yaylım ateşine tutulacağı aşikar.
Senelerin getirdiği izleri silmek için çaba göstermeyi her zaman yanlış bulmuşumdur. Olumsuz intibayı yok etmek yeni bir marka yaratmaktan bile daha pahalı metot olduğu bilinen bir gerçek.
Eğer hakkınızda olumsuz düşünen ciddi bir kitle varsa, sizin için en iyi Sosyal Medya stratejisi ortaya çıkacak krizleri yönetebilmek üzerine olmalı.
Konuşmak, tahribat yaratabilir.

İçeriğe katkı sağlayın.
Konuşma kararı aldıysanız işbirlikçilerinizin ürettikleri içeriğe katkı sağlayacak bir kurgu üretmeniz, ayakları yere daha sağlam basan bir diyalog ortamı yaratacaktır.

Örnekli gidelim...
Beşiktaş futbol kulübü bugün Sosyal Medya'da kendi kontrolü dahilinde içerik yaratmak istese yapacağı kurgulardan biri, Beşiktaş kulübüne aşık taraftarlarını belirleyip onlara kombine bilet armağan ederek bu taraftarların çevrelerinde, youtube, blog ve microblog hesaplarında yaratacakları buzz etkisinden faydalanmak ve içeriğini zenginleştirmek olabilir.

Kombine bilet almayan her Beşiktaş tutkunu (hatta başka takım taraftarları) bu işe tepki gösterecek midir? Elbette.
Bu sizi ilgilendirmeli mi? Kesinlikle hayır.

Siz, yapacağınız işe odaklanın...
Günün sonunda, buraya kadar saydığımız herşeyi doğru yaptıysanız, elinizde herkesin imreneceği bir Sosyal Medya kampanyası yaratmak için gerekli doneleri bulunduruyorsunuz demektir.

2 Nisan 2009 Perşembe

Markalar için Sosyal Medya rehberi; Tarafınızı seçin

Yanınıza Sosyal Medya'ya hakim birilerini aldıktan sonra sıra, mesajınızı taşıyacak insanları ve stratejinizi belirlemeye geldi.

Stratejinin ve mesaj taşıyıcıların seçiminin eş zamanlı olarak gerçekleştirilmesi elbette ki en sağlıklı yol. Ancak bu değerlendirmelerden önce sizin ya da yanınızdaki yol göstericinin aklında mutlaka öne çıkan bazı isimler olacaktır.
Bu seçimi yapmadan önce bazı seçim kriterleri belirlemeniz faydalı olacaktır.

Önce tanıyın!
Birlikte çalışacağınız isimlerin yarattığı etkileri, itibarlarını ve güvenilirliklerini araştırın.
Geleneksel basında olduğu gibi, burada da tarafınızı iyi seçmeniz gerekiyor.
Ürettiği içeriğe özen gösteren, okuyucularına saygısı olan ve isminizin yan yana durmasından çekinmeyeceğiniz kişiler genellikle doğru taraftır.

Popülerlik o kadar da önemli değil...
Yaratacağınız etkinin farkı, yayıncının ve takipçilerinin niteliğiyle doğru orantılı olarak artıyor. 5000 kişinin takip ettiği düşük nitelikli yayınlardan ziyade, 1000 kişinin takip ettiği dolu içeriklerin yanında durursanız ağızdan ağıza etkisi ile birlikte yaratacağınız etkinin daha yüksek olacağını aklınızdan çıkarmayın.

İletişim yeteneklerini gözden geçirin.
FriendFeed gibi microblogging araçları sayesinde artık Sosyal Medya katılımcılarının çevreleriyle etkileşimlerini daha açık takip edebilir hale geldik. Bu araçlar size kimlerin antipatik, kimlerin saldırgan, kimlerin arkadaş canlısı ya da kimlerin doğru olduğu konusunda ciddi ipuçları sağlayacaktır.
Markanızı antipatik isimlerle özdeşleştirmek istemiyorsanız biraz microblogging yapın.

Felaket tellallığı yapanlardan sakının!
Markalara sesini duyurmak için negatif etki yaratan içerikler üretmeyi seçen kimselerden uzak durmak akıllıca bir hareket olacaktır. Günü gelince bu insanların ellerindeki silahları size çevirmesi üzücü olabilir.

Kendinizi herkese ulaşmak zorunda hissetmeyin.
Bütün Sosyal Medya'yı kucaklamak gibi ulvi bir misyonunuz olmasın. Stratejinize bağlı olarak geliştirdiğiniz konseptin doğrudan veya dolaylı sınırları dahilinde olan kişilerle temas kurabilirsiniz. Ancak, sınırları ne kadar geniş tutarsanız odağınızı o kadar dağıtırsınız.

Bütün bu seçimlerin en ideal şekilde ve %100 doğru yapılması gibi bir şey söz konusu değil. Bu iş aynı zamanda ciddi bir zaman ve insan kaynağı eforu da gerektirmekte. Yine de kendinize taraf seçerken bu filtrelerin bir kısmını değerlendirme kriteri olarak alırsanız, kumar oynamamış ve yanılma payınızı oldukça azaltmış olursunuz.

Buradan sonrasında biraz da şans ve sizin iletişim yetenekleriniz devreye giriyor...

26 Mart 2009 Perşembe

Ufak bir yenilik...

Uzun zamandır FriendFeed kullanıyorum.

Kabul etmem gerekir ki microblogging, normal bloglama alışkanlıklarımı oldukça değiştirdi.
Artık daha "anlık", daha hızlı paylaşıyorum. Başkalarının yazılarının ve paylaşımlarının altına kendi görüşlerimi ekliyorum.
Blog yazılarımın konularını ise şimdilik daha spesifik, pazarlama iletişimi'nde bugün fazla bahsedilmeyen ancak gelecekte sıkça konuşulacağına inandığım konulara yönlendirdim. Umarım faydası dokunuyordur...

Yazılarıma yapılan nitelikli yorumların bir kısmı da FriendFeed hesabımın altında toplanıyor. Okuyucuların büyük bir kısmının bu nitelikli yorumlardan nasibini alamıyor olmalarına kafamı takmışken, bugün yeni bir eklentiyle bu sorunu hallettim.
Bu eklentiyle
artık blog yazılarımın altında, FriendFeed'de yorumları da görebileceksiniz.
Ayrı bir pencere açmanıza gerek yok, tek tıklamayla yazı genişliyor ve FriendFeed yorumlarına ulaşabiliyorsunuz.


Yazılarımı RSS'ten okuyan arkadaşların gözüne çarpmayabilir diye hatırlatmak istedim.

Herkese şimdiden neşeli, keyifli ve güneşli bir haftasonu diliyorum!

19 Mart 2009 Perşembe

Markalar için Sosyal Medya rehberi; Kimseniz var mı?

Kendinizden ve yaratacağınız etkiyi iyi ölçüp biçtiniz. Artık kendinizden emin, insanların karşısına çıkma kararını almış durumdasınız.

Sıra, ne söyleyeceğinize karar vermeden önce, bunu nasıl yapacağınız konusunda bir mekanizma oluşturmakta.
Bu sistemi sizin için kurgulayan da büyük ihtimalle interaktif ajansınız olacak.

Bugüne kadar web faaliyetleriniz için sırtınızı güvenle yasladığınız interaktif ajansınızın da aslında -göreceli olarak- yeni sulara girmek üzere olduklarının farkında mısınız?

Tecrübe önemli...
Bir Facebook uygulaması tutmayabilir, bir viral video istenen döngüyü yaratmayabilir, bir web sitesi beklenen trafiğe erişemeyebilir...
Bir Sosyal Medya Kampanyası'nın kurgusunun başarısız olması, yalnız sizi değil, doğrudan iletişim kuracağınız ve birlikte konuşacağınız insanları da etkileyecek neticelere sebebiyet vereceğinden, sonuçları, yukarıdaki örneklerden daha üzücü olur.

Sağlam bir kurgu şart!
Ayakları yere sağlam basan bir kurguya sahip olursanız, başarı şansınız yükselir. İlginç olması tek başına yeterli olmaz. Hakkında bahsedilecek bir hikayeniz olmalı ve buna sadece kendinizin değil, Sosyal Medya katılımcılarının da inanması gerekli.

Söz konusu olan şey, itibar...
Eğer inandırıcı bir proje tasarlayamıyorsanız, hiç yapmayın daha iyi.
Sosyal Medya'da yansımalarınız olumlu olmazsa bu sonuçları optimize de edemeyeceğiniz için canınız fazlaca yanabilir.

Peki, yolu kim göstermeli?
Ajansınızın pırıl pırıl web 2.0 fikirlerine kapılmadan önce, markanızı sizden daha iyi kimsenin tanıyamayacağını unutmayın.
Önünüze gelen
fikirlerin uygulanabilirliklerini her zaman olduğu gibi markanın bizzat içinde olan birisi tarafından tartılması şart!

Sosyal Medya'yı bilen birileri...
Şu bir gerçek, kurumların bazı aksiyonları alabilmeleri ve interaktif ajanslarını kontrol altında tutabilmeleri için Sosyal Medya bilgisine sahip çalışanlara sahip olması artık bir gereklilik.

Özellikle hizmet sektörü için bu "diyaloğa yatkınlık" vasfı günden güne önem kazanıyor.

Markanızla Sosyal Medya denizine girmeden önce can simidiniz olacak birilerini (tercihen kurum içinden) yanınızda bulundurmakta fayda var!