31 Ekim 2007 Çarşamba

Zaman Outdoor reklamları ve basında tarafsızlık

Bazı şeylere çok dikkat ederim, biri de aldığım haberin tarafsız olmasıdır.
Üzülerek söylüyorum ki bu, Türkiye şartlarında geçerli olmayan, hatta belki de gelinen noktada asla gerçekleşmeyecek bir durum. Bu konuda hiç ümidim yok yani.

Tarafsızlıktan kastım yalnızca kutuplaşmalar değil, bağımsız geçinen gazetelerin bile kullanmaktan çekinmedikleri kendi üslupları.
Hepsi kendi zümrelerinin, tabir-i caizse "nabzına göre şerbet" veriyor.
Medya grupları da zaten terazinin ağır geldiği tarafa göre bu üsluba yön vermekte.

Briefistan yazmış;
"
Zaman herşeyin sorumlusu olarak kendilerinin, muhafazakarların, "dincilerin" biçilmesine içerlemiş. "onlar" diye bahsediyor. asıl "onlar" suçlu. kendileri farklıymış. afişlerin "Zaman Gazetesi"yle alakası bile olmaması da olayın bir başka yönü."

Mecranın kullanımı beni inanılmaz rahatsız etti. Görsel ile modernize edilmiş sayılır ancak klasik muhafazakar saldırganlığından hiç bir şey kaybetmemiş. Biraz tutarlı olunsaydı keşke, gazetede o kadar pazarlama profesyoneli yazar var ama bir yol göstermemişler, bu mu bütünleşik pazarlama iletişimi anlayışları?
"Onlar"
diyerek zaten bir basın organının yapmaması gereken şeyi yaparak kitleleri birbirinden ayırıyor. Belli bir zümreye hitap ediyor ve geri kalanlarına sanki dış mihraklarmışcasına "onlar" diyor (aynı şeyi Cumuriyet gazetesi de yapıyor ve ben onların bu tutumunu da hiç hoş karşılamıyorum!)...

İkiyüzlülük mü dersiniz yoksa korkaklık mı bilmiyorum, ama keşke görseldeki yüzün altını da gösterselermiş te o yüzün altındaki "upuzun arap sakalı" görmüş olsaydık...

29 Ekim 2007 Pazartesi

Operation Firefox


Firefox bir gerilla (ambient) uygulama yarışması yapıyor; Operation Firefox. Hemen katılmak istedim ama yalnızca Firefox ofisi olan ülkelerden katılım yapılabiliyormuş.

Amaç kabaca, 3.5 feet (yaklaşık 1 metreye denk geliyor) büyüklüğünde bir Firefox sticker'ını en verimli yere yerleştirmek, neden (hedefler) nasıl (uygulamanın gerçekleştirilmesi ve kamusal alan kullanıldıysa alınan izinler) ve sonuç (kaç insan gördü, bilinirlik frekansındaki değişim vs.) ilişkisine bağlayarak jüriye görsel ve metinsel kanıt sunarak onları etkilemek.


Herşeyden önce (fazla opsiyon bırakmayıp esnek olmasa da) bunun bir gerilla uygulama yarışması olması çok heyecan verici. Kazanmak kaybetmek duygusunun yanı sıra uyandırdığı "belongingness" dediğimiz aidiyet hissini katılımcılara çok iyi veriyor. "Firefox için, açık kaynak için, daha iyisi için siz de bir şey yapın". Bir marka için yapılabilecek en verimli etkileşim çalışmalarından biri olabilir.

Yarışma burada olsaydı, siz bu dev Firefox sticker'ını nereye yerleştirirdiniz?

28 Ekim 2007 Pazar

Farklılaşma diyoruz, ama...

Farklılaşayım derken dünyadan kopanları da görebiliyoruz.



Bir toplu konut firmasının yerleşimi için bastırdığı katalog. Aynı konut firması farklılaştırılmış konseptleri ile öne çıkmaya çalışıyor, bunun gibi Türk insanına yabancı bir kaç konsepti daha var. Aslında konutlar için denebilecek pek fazla bir şey yok, gayet güzel görünüyorlar, ancak bizim insanımız bunları sevmez.

Hedef kitle elbette ki A+ insanlar. Kaç tane A+ insanı oraya toplamayı düşünüyorlar? Bilmiyorum. "En avrupai yerleşim" olarak lanse ediliyor. Ben daha Türkiye'de yaşayan Avrupalı diyebileceğim bir insan görmedim, görsem de "Merhaba" deyince "What?" cevabını alırım. Bayağı zorlama olmuş, dolayısıyla dünyadan kopmuş.

Şu "... Cumhuriyeti" muhabbeti zaten iyice zıvanadan çıktı. Her aklına esen cumhuriyet kuruyor, farklılaşayım derken kendilerinden geçiyorlar, dünyadan kopuyorlar. Şu kataloğun tasladığı üstünlüğe, sunduğu vaade bakar mısınız? Bayağı saçmalamışlar.
Aklı başında marka yöneticileri ve iletişimcilerin, bu yolunu kaybetmiş markaları ellerinden tutup dünyaya geri döndürmeleri gerekiyor...

26 Ekim 2007 Cuma

Asla anlayamadım

Farkılaşmak varken taklit etmenin anlamsızlığından bahsediyorum.

Marketing Türkiye dergisinin 133.sayısında kapak konusu "Markalar arası kopyala-yapıştır" yöntemi idi. Anlayan anlamıştır zaten de, biraz daha açmak gerekirse; FMCG'de ürün geliştirirken markaların birbirini ne denli taklit ettiği ve bunun etkili olup olmadığı büyük üretici firmaların önde gelen pazarlama liderlerine sorulmuş ve yanıt aranmıştı.

Konunun detayına girmeyi düşünmüyorum, burada ürün taklidinden daha fazla garipsediğim ve son bir günlerde gözüme çok çarpan bir durum mevcut.

Ülker bu kopyala yapıştır markacıların şüphesiz lideri. Ancak, son günlerde Ülker klonları türemeye başladı (ya da hep varlardı!).



Marka klonuna alışmıştık ama, kurumun kendisini klonlamanın biraz fazla olduğunu düşünüyorum. Bu nasıl kurumsal kimlik, bu nasıl itibar yönetimi, bu nasıl bir girişimdir anlayamadım doğrusu. Bu firmalar Ülker iştiraki midir? Hem Hazal'ın hem Şimşek'in sitelerine baktım göremedim. Zaten sanmıyorum da, zira iştiraki bile olsa Ülker logosunu böyle kullandırmaz.

Ürün gıda ürünü olunca insan iyice bir çekiniyor denemeye. Bence kurum kimliği (ve kurum kültürü) adına tehlikeli bir yaklaşım. Firmaların web siteleri ve içeriğindeki görsel ve metin materyalleri (slogan vs.) ayrı ayrı revize edilmesi gereken detaylar -ki onlara da girmiyorum.

Bu kolaycı yaklaşımlar -her alanda- gerçekten çok canımı sıkıyor. İşin kötüsü bu, artık hayatımıza gittikçe daha fazla nüfuz etmeye başladı ve bir hayat biçimi, bir eğilim haline geldi. Daha bu sabah kahvaltı ederken okuduğum gazetede ve izlediğim kanalda ve işe giderken sokakta karşılaştığım kolaycı yaklaşımlar;

-Manken (şarkıcı da olabilir) bir bayan Julio Iglesias ile birlikte olduğunu iddia etmiş, sonra da "aramızda bir şey yaşanmadı" demiş. Bu bayan bu demeci verirken yanındaki muhabirler keşke kendisine dünyanın geri kalanının da bildiği bir gerçeği, Julio Iglesias'ın 2000'den fazla kadınla birlikte olduğu rivayetini ve kendisinde farklı, özel bir yan olmadığını belirterek ortamı terk etseydi.

-Alarko Carrier, reklam yüzü (ya da maskotu) olarak kendisine Garfield'ı seçmiş, reklamlarda da korkunç bir seslendirme ile "keyfim yerinde" mesajı veriliyor. Samimi olmak gerekirse, sıradan bir kedi kullandıkları reklamı daha sempatikti. Ajansın da kolayına gelmiş olmalı, seslendirme dışında hiç bir prodüksiyon maliyeti olmayan bir yapım. Üstelik çok sırıtıyor.

-Ve yazıyı yazdıran, Hazal bisküvi'nin logosunu dağıtım servisinin üzerinde görmek.

Zaman zaman beni gerçekten ümitlendiren ve "Marka Yönetimi'nin geleceği var!" dedirtecek yaklaşımlar sergileyen yerli şirketler tek tük te olsa kendini gösterebiliyor, ancak üzülerek söylemeliyim ki bu yazıdaki örnekler, bizim "kurnaz" ve "kolaycı" yapımıza daha kolay geldiğinden olsa gerek, hiç bir zaman tükenmeyecek gibi.

24 Ekim 2007 Çarşamba

Orta yaşlı Türk erkeği'nin rüyası

Bugün girdiğim bir eczane'de bir sürü broşür arasında dikkatimi çeken bir tanesi.


Sıradan bir ürün tanıtımından ziyade bir bilinçlendirme kampanyasıymış. Buraya kadar her şey güzel. Beni güldüren, görsel malzeme oldu.


Erkek model seçimi tamam da, kızımızın genç olması pek gitmemiş gibi. Bana klasik orta yaşlı Türk erkeği'nin rüyası gibi geldi bu model kullanımı.
Jenerasyon farkı pijamalarda bile ortada, kızın giydiği saten gecelik ile adamın giydiği "Sümerbank pijama"ları andıran sweatshirt aradaki kültür farkını adeta bas bas bağırıyor. Dikkat ettim de kelimelere aktarırken bile kız-amca kelimelerini kullanmışım, bu da arada ancak baba-kız ilişkisi olabileceğini çağrıştırıyor.
O manidar bakışlara ise hiç girmeyelim bence! Keşke kadın da biraz orta yaşlı olsaymış diyorum.

Broşürü Lilly adında uluslararası bir ilaç firması yayınlamış. Yakınımdaki arkadaşlarla broşürü paylaşınca epey eğlendik ve farklı yorumlarda bulunduk elbette, ama bir tanesinin anlattığına dayanarak söyleyebilirim ki, bu tip bilinçlendirme kampanyalarında durum benim sandığımdan çok daha vahimmiş.

Hikayemiz şöyle; Ereksiyon problemi olan insanları bilinçlendirmek ve kendi ürettikleri ilaca yönlendirmek için broşür hazırlatan yerel bir firmamız, lanse etmeden önce kreatif çalışmalarını paylaşır. Kreatif çalışmalarda fotoğraf yerine çizim kullanılmıştır ve ereksiyon problemi olan çizgi karakterimiz elinde matkapla yatağın başına geçmiş, pis bir sırıtışla partnerine doğru ilerlemekte gösterilmektedir.

Bu projeyi yöneten iş arkadaşım şok içerisinde "Aman öyle şey olur mu hiç, böyle bir şey kullanılır mı aman aman..." diyerek firmayı ikna eder. Firma hayal kırıklığına uğrar, çünkü illustrasyonu o kadar beğenirler ve benimserler ki kendi espri anlayışlarını tam olarak yansıttığına ve tüketiciye de bu mesajı verebileceklerini düşündüklerinden çok eminlermiş. Öyle ki, görsel üzerinde anlaşmaya varamadıkları ve uzun uzun tartıştıkları tek şey illustrasyon karakterin elindeki matkabın cinsine karar vermekmiş.

Bu bana biraz imam-cemaat ilişkisini andırdı. Uluslararası firma böyle bir uygulama yaparsa, amatör yerli firmalarımız böyle maceralara kalkışabiliyor demek ki...

23 Ekim 2007 Salı

Omo Outdoor

Son bir kaç gündür İstanbul sokaklarında çeşitli yerlerde görülebilen bir outdoor çalışması.



Raketin dış kaplamasına kadar gitmişler. Altta kalan kısmı, yani Omo logosu ve sloganın geldiği yer tertemiz. Durakların da benzer şekilde giydirildiğini gördüm ancak fotoğraf makinem yanımda olmadığından görüntüleyemedim. Raketten farklı olan özel bir şey de yok zaten. Omo'ya alıştık. Kendi alışılmışının dışına çıkmamış, uygulamayı incelerken gelen geçen insanların (araç içindekiler dahil) gözünün uygulamaya takıldığını fark ettim, tüketiciyi yakalıyor. Fena değil.

22 Ekim 2007 Pazartesi

DHA ve habercilikte etik

Hüseyin bu fotoğrafı nerede görmüş bilmiyorum, Hürriyet'in ya da iştiraklerinden birinin web sitesinde olabilir. Kendisi bu fotoğrafın alt anlamını gayet güzel açıklamış. Ben başka bir şeyler söylemek istiyorum.

Bunun adı nedir?
Habercilik mi?
Değil.
Pazarlama mı?
Hiç değil.
Terbiyesizlik?
Evet, olsa olsa bu olabilir.

Şehit edilmiş bir gencin fotoğrafını buluyorsunuz ve üzerini "Biz bulduk!" dercesine, taze acısına ve anısına saygısızlık ederek logonuzla karalıyorsunuz.
Futbol maçlarındaki (hedef kitlenin tahammül sınırına doğru ortantılı olarak) önemli pozisyonlar hariç, haberciliğin neresinde görülmüş bu denli iğrençleşilmek?

Biz hassas milletiz, zaman zaman duyularımızı yitiriyor olabiliriz, ancak İstiklal Marşı'nı reklamlarda kullanmak gibi, Türk bayrağı şeklinde giysiler yapmak ya da şehit olan-olmayan askerlerimiz üzerinden fayda sağlamak gibi çabalar haklı bir tepki uyandırır.

Bu fotoğrafın üzerine logo koyulması konusunda fikir birliği mi yapıldı, yoksa densiz bir muhabir direk olarak logoyu, çalıştığı kurumun ve kendisinin egosuna yenilerek mi yapıştırdı orasını bilemeyiz. Tek bildiğim, bunun -bence- büyük bir terbiyesizlik olduğu. Böylesi fotoğraflarda şehit olan insanın yüzünün üzerine logo olmaz. Bunu böyle lanse etmek etik olmadığı gibi, ufak bir detay dahi olsa bu yaklaşım, kurumun duruşuna tepki doğurur.

Son bir şey daha; Fotoğrafın altındaki doğum ve ölüm tarihini görmek bile fotoğrafı damgalayan kimsede bir etki uyandırmadı mı? "Biz ne yapıyoruz?" demedi mi?
Yazık öyleyse.

21 Ekim 2007 Pazar

Başımız sağolsun

Bugün bir yazı yazacaktım, ancak sabah aldığımız acı haberlerin etkisini halen üzerimden atabilmiş değilim, dolayısıyla blogumun içeriğine uygun bir şey yazamayacağım. İlgilenenler WWTDD'dan devam edebilirler.

Şehitlerimizin ruhları şâd olsun, ailelerine sabır, tüm hakımıza da selâmet diliyorum.

18 Ekim 2007 Perşembe

Değişen yaklaşımlar

Bir deterjan reklamında ne görmeyi beklersiniz?
Giriş: Üstünü başını lekeleyen bir çocuk-kadın-adam "ben bu lekeyi nasıl çıkartacağım?" der,
Gelişme: Dış ses "... Deterjan en inatçı kirleri bile içeriğindeki ... ile kolayca söker" diye anlatırken demo olarak çamaşır makinesinde deterjanın etkisine maruz kalmış kirli çamaşırların lekelerinin söküldüğünü görürüz.
Sonuç: Çocuk-kadın-adam lekesiz kıyafetini üzerine giyer ve "yaşasın" diyerek ve ürüne teşekkür ederek ekrandan çekilirken, dış ses son bir kez daha ürünün vaad
ini belirtir ve reklam biter.

TV'de bu formülle reklam işinin üstesinden gelinir. Bu formülle kirlerden ve lekelerden senelerce ürkütülen insanlar (ben dahil), Omo'nun "Kirlenmek G
üzeldir" konseptli reklamlarını haliyle çok farklı bir yaklaşım olarak buldu. Hala da çok beğenirim. Ancak Saatchi&Saatchi New York menşei'li Tide uygulaması harika!



Görsellerin sırasına göre; "Ketçabın, mayonezin, soya sosunun hiç şansı yok!" diyor, bir sonraki karede de şaşırtıyor. Rugby oyuncuları, polisler ve şövalyeler rakiplerinin (düşmanlarının) ve bu örnekte lekelerin etrafını sarmış, hareket imkanı vermiyor ve büyük bir hezimetin yaşanacağını vurguluyor.


Aynı zamanda lekelere de dolaylı bir gönderme yapılıyor elbette, ancak klasik yöntem kullanılmadan. Çok zekice ve çok etkileyici.

Bir diğer farklı yaklaşım da Ariel'den. Solan renkler hakkındaki reklamlar (mesela Henkel'in Perwoll reklamı) gibi bir yaklaşım sergilemek yerine Ariel, ne demek istediğini apaçık ve oldukça uygun bir şekilde aktarmış.



Sadece bakmak bile yetiyor, baktıkça da (renklerin kullanımından dolayı) mecra insanı içine çekiyor. Bir slogan ya da görsel kullanmadan mesajını böyle etkili bir şekilde ileten başka bir uygulama daha kolay kolay göremeyebiliriz.

Bir de kozmetik hikayesi var. Formülümüz şu;
Işıl ışıl aydınlık ve yalnızca bir designer koltuğunda oturan "celebrity" ekrana doğru yürür ve açı değişince az önceki perspektifin ayna olduğunu anlarız, kendisi aynadan cildine bakar, bazen konuşur, bazen konuşmaz, dış ses cildi hakkında bir şeyler söylerken ürününün faydasını cildin 1000 kat yakınlaştırılmış demosu eşliğinde anlatır. Daha sonra ürünün vaadi celebrity tarafından tekrarlanır ve sağlıklı cildi yakın plandan değişik profillerden çekilerek reklam sonlandırılır.

Yazılı basın'da da durum hemen hemen aynıdır. Aynı "celebrity" (ki yeni isimleri "marka yüzü") kimse 100bin kere photoshop ile rötuşlanmış yüzü görsel olarak kullanılır, sağ alt köşede de ürün (ya da külliyen ürün ailesi) bulunur, vaatler büyük harflerle yazılır, slogan ürün ailesinin yakınlarına iliştirilir.

Bu bağlamda, Olay şöyle bir şey yapmış.




Daha yalın, daha samimi, daha dinamik, daha sofistike ve aynı zamanda daha fazla "bizden".
"Benden niye nefret ettiğini gerçekten bilmiyorum", "Yoo, gerçekten 47 yaşındayım" ve "Terfiyi kaptım" gibi bizim ağzımızdan çıkabilecek günlük kelimelerle sıradan insanların nabzına göre şerbet vermeyi başarırken, ince espri anlayışıyla yüzlere tebessüm yerleştirebiliyor.

Erkeklerle ilgili ürünlerin marka imajlarında erkeklerin ön plana çıkmasını ve reklamlarında erkek görsellerinin kullanılmasını yıllar yılı anlayamamışımdır. Örnek olarak yandaki görseli verebilirim.
Ben böyle bir görselden etkilenerek ürün alabilir miyim? Asla! Uzun bir süre bakmak bir yana, büyük ihtimalle elimi bile sürmem!

JBS adında bir iç giyim firması bu ezberi bozup iç çamaşırı reklamlarında ve görsellerinde kadınları kullanmayı düşünmüş. Zaten kendilerinin de şöyle bir argümanı var; "Erkekler çıplak erkeklere bakmak istemez!" Eh, son derece doğru.



Buyrun size erkekleri cezbedecek ve akıllarında kalması kuvvetle muhtemel bir iç çamaşırı markası. Hem erkekçe bir yaklaşım, hem de sloganıyla samimi.

Görüyoruz ki artık vaat-fayda-çözüm üçgenini iyiden iyiye terketmeye ve markalara alt anlamlar yüklemeye daha eğimli hale gelindi. Tüketiciler için bu, önemli bir yaklaşım. Bugün marka farkındalığı standart bir insandan daha yüksek birisi olarak bile kaçırdığım mesajların haberini duyuyorum. Bunun sebebi benim antenlerimi kapatmam mı? Hayır, yaklaşımların aynı olmasından bunalmam.
Sıradan, dikkati daha zayıf olan tüketici ne yapacak? Sırtını dönecek. Bunun şimdiden farkına varan ve inovasyona önem veren firmaların adını ve işlerini sık sık duymaya devam edeceğiz, hantal yapıları ile değişime ayak uyduramayıp (ya da uydurmayı reddederek) geleneksel yaklaşımda bulunanlar bu karmaşada, büyük bütçelere sahip olsalar dahi, kendi seslerini kendileri dahi duyamayacak hale gelecek.
Hantal yapı demişken, büyük firmalar değişimden nasibini al(a)madan gelenekselci tutumlarını sürdürmeyi asla bir özür olarak kabul ettiremezler, zira ilk üç örnek P&G gibi bir dev şirkete ait.
Bilmem anlatabildim mi?

17 Ekim 2007 Çarşamba

In-Store

Bu ara bir hızlı tüketim (gıda) şirketi için gerçekleştirdiğim storecheck'ler sırasında dikkatimi çeken bazı supermarket içi uygulamalar ve markalar oldu.

İlk olarak Gillette Fusion kiosk'uyla başlayalım. P&G'nin bu kadar masraf edip böyle bir kiosk hazırlaması beni oldukça şaşırttı. Tasarımı ve yerleşimi ço
k güzeldi, oldukça fütüristik duruyor, zaten bıçağın da yüksek teknoloji ürünü olduğunu vurgulayıp duruyorlar.


İyi görünmesinin yanı sıra, kiosk içerisine bir de LCD TV yerleştirmişler, arka arkaya Gillette Fusion reklamı yayınlayarak hem görsel hem işitsel destek sağlıyor. Zaten jiletin kendisi şeffaf mika bir destekle ayakta duruyor, aydınlatması gayet yerindeydi. Çok şık, kendimi teknoloji mağazalarında cam rafların arkasındaki pahalı elektronik ürünlerine bakıyor gibi hissettim. Gayet premium duruyor, harika iş.



Cappy, bisküvi ürünlerinin yanında böyle güzel bir ahşap raf-stand yapmış. Her noktaya asılabilir, ancak küçük boy meyve suları buralardan kek-bisküvi vb. bir şeyler atıştırmak isteyen insanlar içecek reyonuna kadar yol gitmesin, hızlı satın alma yapsınlar diye yerleştirilmiş. Supermarketlerdeki yasaklardan dolayı pek güzel çekemedim ancak yakından gerçekten çok hoş ve doğal duruyor.



Bu sonuncusu ise güzel bir şaşkınlık, hatta tabir-i caizse "dumur" yaşattı bana. Gözümü alamadım bir süre, inceledim nedir ne değildir diye. Fotoğraf yine iyi değil ama, yeteri kadar belli ediyor kendini. Yazı karakteri, renkler, herşey aynı.


Ülker'in bu duruma düşmesini çok "ironik" buldum. Eee, boşuna dememişler "etme-bulma dünyası" diye.

14 Ekim 2007 Pazar

Absolut Blog

Bugün web'de gezinirken Absolut'un sitesine göz attım. Beklediğimden çok daha farklı bir site ile karşılaştım.


Absolut, hiç beklemediğim (ve muhtemelen diğer herkesin beklemediği) şekilde, sitesini neredeyse tamamen bir blog olarak yayınlamakta. Kullanıcılar üye olarak Absolut şişesi üzerindeki kreatif çalışmalarını yayınlayabildikleri gibi partiler hakkında haberler de girebiliyorlar. Hiç bir markanın web sitesinde, ziyaretçilerin (ya da tüketicilerin) bu denli büyük etkileşim içerisinde olduğunu görmemiştim.

"Cool" bir markadan da farklı bir yaklaşım beklenemezdi zaten. Votka'da başka bir cool marka (ve benim favorim) olan Smirnoff'un sitesini ziyaret ettiğimde Faithless'lı Smirnoff partilerinden görüntülerin hem site üzerinden hem de youtube'dan izlenebileceğini gördüm. Bir blog sitesi kadar olmasa da kısmen bir etkileşim söz konusu (ayrıca Türkiye'yi Orta Doğu değil Avrupa bölgesine yerleştirdikleri için yine kalbimi kazandı).

Bizde bu denli büyük bir etkileşime girecek kadar inovatif, yürekli ve "cool" kaç tane marka çıkar acaba?

12 Ekim 2007 Cuma

Bayandan satılık...

Bu olsa gerek!

Sahibinden.com günde binlerce ilanı yayına sokuyor, bir o kadarı da beklemede. Aracınızın gerçekten dikkat çekmesi ve kısa sürede satabilmeniz için farklı bir yol izlemek lazım. Burada, ilan yayına girdikten kısa süre sonra 306.000 gösterime ulaşmış "Bayandan satılık" misali bir ilan, üzerinde de sıradan bir araba satışında görmeye alışık olmadığımız fotoğraflar.

Tabi böyle bir durumda karşılaşacağınız tepkileri ve verdiğiniz ilana gerçekten alıcı gözüyle bakan insanların ciddiyetinizi sorgulaması çok muhtemel yaklaşımlar olacaktır. Bana kalırsa, en fazla "komik ilanlar" başlığı altında, ya da klasik bir "forwarded mail" muamelesi görecektir mevcut tüketici davranışıyla. Belki bir WOMM yaratma yaklaşımı, ancak ilan şimdiden yayından kaldırılmış. Belki daha ileride, bu tip yaklaşımlara daha toleranslı, farklılığa daha açık hale geliriz, kimbilir...

11 Ekim 2007 Perşembe

İletişim Bakanlığı


Politika hakkında hiç bir yazıya yer vermek istemiyorum blogumda, ancak bu milli mesele olduğundan ve konuyu mesleğimizle bağlayabileceğimden bu seferlik tolerans tanıyorum kendime.

Teröre çok üzücü kayıplar verdik ve Ermeni tasarısı ABD Temsilciler Meclisi adı verilen grup tarafından kabul gördü. Bu gelinen nokta beni derinden etkiliyor, çünkü bir avuç çapulcu'nun bizim gibi güçlü bir ulus ile adeta dalga geçercesine denemelere girişmesini gururuma yediremiyorum.


Gelinen bu noktada, gerçekten iyi bir iletişim şart. Biz bugüne kadar iyi kötü eylemlerde bulunduk, bir çoğu mantık çerçevesinde haklı tutumlar olarak nitelendirilse de, dünya kamuoyuna yansıtılan imajımız bir barbar olduğumuz, soykırım yaptığımız ve Irak'ı işgal edecek olmamız... İletişim bize, -en sonunda- kendimizi ifade etme olanağı sunabilir.

Bugün ABD ayak bastığı her yere kan ve gözyaşı götürürken, bizim gibi, farklı kültürlere ve dinlere son derece toleranslı bir ulusu dahi barbar olarak nitelendirebilecek proganda gücüne nasıl sahip?
İletişim silahı ile.
Elbette onlarla kolaylıkla baş edebiliriz demiyorum, Hollywood gibi bir "kitle imha silahı" ellerinde oldukça dünyanın beynini daha uzun süre yıkamaya devam edecekler gibi görünüyor. Ancak artık birilerinin, bizim başımızdaki kimselere de yol göstermesi, danışmanlık vermesi gerekiyor.

Bugüne kadar hep eylemler üzerinden cevap verdik. Ancak burada artık bizim, fiziksel eylem kadar, zihinsel eylemlere de geçme vaktimiz geldi. Bu eylemlerden kastım elbette ki bir mail yazarak listedeki herkese forward ederek "tatlı su milliyetçiliği" yapmak değil. Çalışmak, çabalamak, farklı olmak;

-Dünyaya politik yoldan ağlamak yerine, ağlayan anneleri, babasız büyüyecek yavruları göster,
-Soykırım kelimesini kullanmadan önce, bunun savaş sırasında yapılan plansız, tamamen tepkisel bir davranış olduğunu, katledilen, cepheye gidemeyecek kadar zayıf ve savaşamayacak kadar savunmasız Türk köylülerinin Ermeniler tarafından nasıl öldürüldüğünü göster,
-Köylerin nasıl ateşe verildiğinden, asırlardır ayakta duran koskoca Ağrı yerleşiminin, Ermeniler tarafından verilen hasarın boyutu nedeniyle nasıl yer değiştirdiğinden, dünyanın orada kaybedilen kültürel mirasından bahset,
-En önemlisi, insanımızın kararlılığını ve sahip olduğu enerjiyi göster.

Bir genç olarak, artık Türkiye deyince "Şiş Kebap", "Rakı", "Kapadokya" kelimelerini duymaktan BIKTIM. Biz bundan daha fazlasıyız, ancak senelerdir pazarlama ve iletişim çalışması adına hep bu ikonların ardına sığındık durduk. Artık bu klişeleri çöpe atmamız lazım. Ya da en azından, biz Türklerin hayatındaki güzellikler olarak hatırlatmalıyız, Türkiye olarak değil.

Bir İletişim Bakanlığı kurulsa da, bu konuda bir adım atılsa, en azından kendi propogandamız ve haklı davalarımızda sonuç almak için kullanılsa diyorum. Türkiye'nin kültürel mozaiği, insan çeşitliliği, hayat tarzları, mitleri ve şehir efsaneleri, gece yaşantısı, mimari yapısı, bölgesel yemek kültürü'nün çeşitliliği. Anlatacak o kadar çok şeyimiz var ki...
Bu aralar en çok ihtiyacımız olan şeyin, zihinsel destek olduğunu düşünüyorum.

10 Ekim 2007 Çarşamba

Residence dediğin...

Dün, gazetelerde yayınlanmış, Türk insanının beklentilerine nazaran fazlaca uçuk (A+) ya da absürd diye tabir edilen konut projelerine göz gezdiriyordum. İçinde binicilik kursu olanı mı dersiniz, evi uzay üssüne benzeteni mi, ya da eski evinizi verin yenisini götürün tarzı uygulama konusunda enteresan fikirleri olanları mı... Ancak bir tanesi var ki, gözbebeğimiz oldu.


Beylikdüzü'ndeki Ginza Residence ilanı. Kendi yorumumu katmadan paylaşıyorum.
Aslında amacım kimseleri rencide etmek değil ama genede sormak istediğim sorular var; bu nedir? Bu uygulamayı kim hazırlamış, kim onay vermiş, gazetelerde görenler ne düşündü, yaratmak istedikleri etki neydi?
Sanırım bunlar benim hiç bir zaman öğrenemeyeceğim cevaplar olacak. Geride de zihnimin bir köşesinde hatırlanacak bu "acaip" ilan kalacak.

9 Ekim 2007 Salı

Hurma Pie



Şu yazı, pek çok insan için hiç bir anlam ifade etmez sanırım.



Ancak bu karede, durum bir anda değişiyor. Yazı olmasa bile M'sinden tanırız onu.



Sevgili dostum Burak gönderdi. Fotoğrafı Dubai'de bizzat benim için çekmiş, sağol diyorum buradan bir kez daha.
Benzer durumu Ukrayna'da Honda için de yaşamıştım, yine aynı durum McDonald's için de geçerliydi zira orada da Kiril alfabesi kullanılıyordu, ancak fotoğrafını çekmeye lüzum görmemiştim. Yazıyı yazarken "keşke çekseydim" diye hayıflanmadım değil.

Aslında Burak'ın da en çok ilgisini çeken şey "Hurma Pie" uygulaması olmuş. "Nasıl sattığını anlatamam" diye özetledi bana durumu. "Burada McTurco ya da benzeri, yerelleştirilen ürünler satmıyorsa" diye düşündüm, "bunun, farklılık yaratmada bir sorun ya da ağız tadını yakalamamakla bir ilgisi var". Şöyle bir düşününce, McTurco dediğimiz ürünün yalnızca köftesi (ne kadar farklı olabilirse) farklı ve ekmeği susamlı. Ancak Hurma Pie için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, içerisindeki malzeme tamamen farklı, yerel bir meyve. Güzel fikir.

8 Ekim 2007 Pazartesi

Arçelik Techtouch

Arçelik bu tempoyla oldu Argelik. Gün geçmiyor ki beyaz eşyaya bir yenilik, bir farklılık getiriyorlar. Vestel'de onlardan aşağı kalmıyor elbette, ancak bu seferki gerçekten hayat kolaylaştıracak cinsten.

Techtouch bulaşık makinesi'nin en büyük özelliği, tek tuşu ile yıkama işlemini halletmesi. Özelliklerinin yanında ismi de çok kurnaz ve keyifli geldi bana. Makinayı tek tuşa basarak başlatıyorsunuz ve gerisi tamamen ona kalıyor dedik, çalışma prensibi şöyle;

-Yük sensörü makinaya koyduğunuz bulaşık miktarını belirliyor ve ona göre su harcaması yapıyor,
-Kirlilik sensörü bulaşıkların kirlilik derecesini ölçerek en uygun programı ayarlıyor,
-Su sertlik sensörü suyun sertliğin ölçerek yıkama için en uygun ayarları yapıyor ve bulaşıkları kirece karşı koruyor,
-Parmak izi bırakmayan yüzeyiyle temizliği kolay hale getiriyor.

Temel özellikleri bunlar. Benim gibi bulaşık makinası kurmayı bilmeyenler, susuz kaldığımız bu dönemde su tasarrufu sağlamak, tabak çanaklarımızın daha uzun dayanması ve estetik bakımdan kurtuluş için büyük çözüm gibi görünüyor.

Bu arada ben bu önemli yeniliğin (ntvmsnbc.com banner'ı hariç) halen bir reklamını göremedim. Gören var mı?

Tebrikler Arçelik!

7 Ekim 2007 Pazar

Bundan bahsediyoruz!



Geçen sene Autoshow'dan hızlı metro ile dönerken Bayrampaşa civarındaki raketlerde görmüştüm Ender Mağazaları'nın ilanını. Tema aynıydı, yalnız bu sefer pembeli yerine siyah abiye giymiş bir bayanın görseli kullanılmıştı. Koluna taktığı karton torba uygulaması dahi aynıydı ve ben tam da buradaki bir ayrıntı yüzünden fotoğrafını çekmek istemiştim, ancak fotoğraf makinamı çantasından çıkarmaya üşendiğimden es geçmiştim.

Şimdi Ender Mağazaları ayağıma kadar fotoğrafını çekmek istediğim ilanın ta kendisini getirmiş. Bir sefer daha aynı hükümetin seçilmesi ile olsa gerek, bir kaç gündür gazetelere tam sayfa ilan verecek kadar palazlanmışlar. Esas konumuz Ender Mağazaları'nın bu ilanı olduğundan, şöyle bir soru sordum kendi kendime; "Bu ilanı daha düzgün yaptıracak kimseyi bulamamışlar mı?"




Geçen seneden hatırladığım uygulama güzel olduğu için değil, içinde başka çıkarımlara sebep olduğunu düşündüğüm bir öğeye sahip olduğu için bu kadar çok aklımda kaldı. Bilmiyorum ilana bakıp ta dikkatinizi çektiği oldu mu, ancak görsele baktığımda benim gözüm tek noktada sabit kalıyor, o da kırmızı ile "highlight" ettiğim alan.

Diğer bütün markaların (klansman dahilinde düşünürsek, adidas ve puma dahil) isimleri Arial font ile yazılmışken, Nike'nin "Swoosh"u hemen göze çarpıyor. İşin komik yanı, "Swoosh" bize derhal "Nike" mesajı veriyor.

Her ne kadar "basit" görünse de, yakalanması zor bir başarı. Markalama tam da bu değil midir zaten?

6 Ekim 2007 Cumartesi

Kahve Dünyası outdoor

Dün Kahve Dünyası'nın önünde gördüğüm çok hoş bir outdoor uygulaması.


Aynı fikri bir elektrikli ev ürünleri satan firmada çalışan kuzenim için, ekmek yapma makinasında uygulanmak üzere düşünmüştük. Sadece teoride kalmıştı, Kahve Dünyası benzer bir fikirle bunu gerçekleştirmiş. O buhardan aynı zamanda kahve kokusu da yayılıyor mu? Kahve Dünyası'nın tam önünde durduğundan anlayamadık. Yine de çok hoş, çok güzel bir uygulama, kış günlerinde gerçek anlamını daha iyi bulacaktır diye tahmin ediyorum.

3 Ekim 2007 Çarşamba

Dove: Onslaught

Dove: Evolution kampanyasının reklam filmini hemen hemen herkes görmüştür. Yine en az onun kadar çarpıcı bir başka film çekilmiş; Dove: Onslaught



"Talk to your daughter before the beauty industry does" (Kızınızla konuşun, kozmetik endüstrisi onunla konuşmadan önce). Mesaj açık, yönetmenlik ve fikir ise harika. Onslaught (şiddetle hücum etmek) ise böylesi bir film için mükemmel düşünülmüş bir isim.

2 Ekim 2007 Salı

İki uç

Bugün, inşaat sektöründe faaliyet gösteren bir müşteri için bir anket yürüttüm. Anket örneklemini 3 parçaya böldüm;

-Müşterimizden konut alanlar,
-Müşterimizden almayarak diğer firmalardan alanlar,
-Hiç satın alma gerçekleştirmeyenler.

Bir grup insan üzerinde anketi gerçekleştirip hızlıca bunları tablolar haline getirdiğimde, satın almamalardaki en büyük nedenin finansal durumlarının "yeteri kadar iyi" olmaması olduğunu gördüm. Yani orta halli olmak bile, bu tip bir yatırım aracı için genellikle yetmiyor.

Ancak en çarpıcı bulduğum kısım, satın alma gerçekleştiren kimselerle konuşurken evlerinin hangisi olduğunu hatırlayamayan, "geçen hafta 2 3 tane aldım onlardan biri mi?" diye soranları oldu.

Siz belki "ee ne var bunda?" diyebilirsiniz. Ben orta halli bir aileden geliyorum. Çevremde genelde orta halli insanlar mevcut, okulda çok zengin arkadaşlarım oldu ancak bir çoğu parasının hesabını bilen tiplerdir. Dolayısıyla bu kadar rahat ve savurganca "buradan da alalım" dercesine ev alan insanlara rastlayınca biraz şaşırdım.
Hatta 4 katlı villa için "Hizmetçim bile buraya sığmaz, köpek bağlasan durmaz burada" diyerek ilgisizliğini belli eden Jet-set bir hanımın varlığından bile bahsedildi bana -ki bu burada tartışılamayacak bambaşka bir konu diye düşünüyorum.

Ardından da "memleketin haline bak" diye iç geçirdim, bir tarafta "çok isterim ancak param yok, ben öyle evi 100 yılda bile alamam" diyen insanlar, diğer yanda "hangisiydi?" diye soranlar.
Birey olarak uçlarda olmayı sevmeyiz, ama sanırım hayat, bizi bu yönlere doğru itelemekte.