30 Aralık 2007 Pazar

En içten dileklerimle...

2007 size ne getirdi bilemiyorum, ama benim için bir geçiş yılıydı. Askerlik, tatil, iş arama derken bütün süreçleri tamamlayıp yeni bir yıla başlıyorum.

Blog yazmaya çok kısa bir süre öncesinde başladım. 6 ayda bir sürü insanı tanıdım, kiminizle bazı etkinliklerde yüz yüze görüşme imkanı buldum, kiminizle henüz bulamadım, belki de hiç bulamayacağım ancak yine de sizi tanıyabildiğim için çok memnunum.

Aylık ortalama 22 olan yazı giriş miktarımın, yeni işimin verdiği heyecanla git gide düştüğünü görebiliyorum. Yazma aralığımı tam kestiremesem de Aralık ila Kasım aylarının oranında olacağını zannediyorum.

Yeni yılda blog içeriği için esinlendiğim bir kaç farklı fikrim var. Onlar dışında, reklam yerleştirmeyeceğim, tasarımda değişiklik yapmayacağım, domain ile uğraşacak vaktim olmadığından almıyorum, bir de facebook grubu var, onu ne yapacağımı hiç bilmiyorum. Çoğunluğu olumlu olmak üzere bir çok geri bildirim aldım, eksiklerimi giderdim, hatalarımı düzelttim, bilmediklerimi öğrendim... Katkılarınız için teşekkür ederim.

Yeni yılın hepinize sağlık, mutluluk, sevgi, başarı, huzur ve bol kazanç getirmesini, uzaklardaki sevdiklerinize, hayallerinize ve isteklerinize ulaştırmasını umuyorum.
Mutlu yıllar!

27 Aralık 2007 Perşembe

Bireysel Gerilla

Beşiktaş'ta bulunan, benim gördüğüm en orijinal ders ilanlarından biri.


Bir sürü enstrüman dersi ilanı görürüz, dikkatimizi bile çekmez, anlamsız kağıt parçalarından başka bir imgelem oluşturmaz değil mi? Bu, kesinlikle kafayı çevirtip "Bu da neymiş?" dedirtiyor.

24 Aralık 2007 Pazartesi

Hareket güzel, sesleniş kime?

Göze, son zamanlarda radyo spotu olarak benim de dikkatimi çeken "Conta Hareketi"nin TV uyarlaması hakkında yazmış;

"'Başkan' kelimesini de duyunca "ne kadar cesur olmuş", diye düşündüm. Sadece "şehrin su boruları yenilensin, çocuklarımız susuz kalmasın" demeyi de tercih edebilirlerdi."

Kampanya çok anlamlı, çok beğendim. Ancak benim dikkatimi çeken de mesajın kitlesi olan "Genç Anneler" oldu.
Şu "Genç"in biraz açılması lazım da... Ona değinmeyeceğim.
Peki hedef neden "Genç Anneler"?
Yaşlı olanları için fazla kafa karıştırıcı ve yorucu olur diye mi düşündüler?
Yoksa "dünyevi işler"
konusunda yaşlı anneleri gençlere göre daha mı duyarsız buluyorlar?

Ben bilemedim. Cevabı olan?

Ek olarak, web sitesine göz attığımda gördüm ki "Ancak elbette kampanyamız genç annelerle sınırlı değil" gibi bir bilgilendirme cümlesi de mevcut. Gel de çık işin içinden.

23 Aralık 2007 Pazar

Detaylar şirketleri bile ele verebilir!

Normalde İş Bankası'yla değil çalışmak, yakınından bile geçmem! Bana hep işini sevmeyen, hantal bir banka imajı verdiği içindir bu.
Geçenlerde, işyerim çalıştığı için mecburen kendime bir İş Bankası hesabı açmak zorunda kaldım...
Kullanılamaz haldeki telefon bankacılığı hizmetinden vazgeçtim ve interaktif işlemler için şifremi kendi kendime banka ATM'sinde oluşturduktan sonra yeni açtığım hesabımdaki her kuruşu kendi bankamın hesabına yönlendirmek istedim ve İş Bankası'nın web sitesine girdim.

Sayfa açıldı. Biraz bekledim, bekleyişim ekrana boş boş bakmaya döndü. Ancak hiç bir şey olmadı.

http://www.isbank.com/ adresine girin, ne demek istediğimi anlarsınız.

Şimdi İş Bankası'na soruyorum, bu sayfayı açan müşterileri http://www.isbank.com.tr/ adresine otomatik olarak yönlendirmek;
-Teknik kabiliyetinizin ötesinde miydi?
-Değildi de çok mu zor geldi?
-Devlet dairesi mantığıyla "Kullanıcılar adres çubuğunun sonuna .tr yazarlar, olur biter" mi dediniz?
-Yoksa hiç mi aklınıza gelmedi?

"Ufak bir detay" denebilir, ancak bu safhaya gelene kadar hizmette yaşadığım olumsuzluklar ve bürokratik bekleyişler, ek olarak telefon bankacılığı hizmetinin yetersizlikten öte bir durumda olması zaten bankanın iş bitiricilik ve hizmet konusunda ne kadar zayıf olduğunu gösteriyor.

Bu tip detaylara önem vermeyen bir firmanın ürününün/hizmetinin bana göre olmadığını bir kez daha anladım. Şahsi düşüncem, bu detayların, firmanın satın alma sonrası size karşı takınacağı genel tavrın da çok net bir göstergesi olduğudur.

18 Aralık 2007 Salı

Sosyal sorumluluk, kime karşı?

Bunu iyi anlamak lazım.


Hedef kitleniz kim? Sosyal sorumluluk konseptini anlamış insanlar mı? Eğer değilse, boşverin gitsin!

Indragandi sürekli olarak takip ettiğim sitelerden biri. Üye değilim ve ürün de almadım, ancak yine de siteye 2-3 günde bir göz atarım. Dün listelenen ürüne bakınca aklımdan geçirdiğim ilk şey bu ürüne karşı "site müdavimleri"nden gelecek tepkiler oldu. Şöyle diyordu indragandi;


"Bugün indragandi de; tüm dünyada meme kanseri konusunda bilinç oluşturmayı ve erken teşhis olanaklarını kadınların hizmetine sunmayı hedefleyen FTBC (Fashion Targets Breast Cancer) sosyal sorumluluk projesini destekleme günü..."


Açık ve net bir giriş cümlesinin ardından projenin amacı anlatılmış ve elde edilen gelirin Türk Meme Vakfı'na bağışlanacağını ve makbuz yollanacağı anlatılmış.


Eğer böyle bir kitleyle iletişim kurmaya çalışıyorsanız, asgari düzeyde duygusal, azami düzeyde rasyonel olmanız gerekiyor. Çünkü ucuza teknoloji almak dışında başka hiç bir şey umurlarında değil!

Neyse ki, yorumlara tepkisini gösteren bazı üyeler olmuş. Eminim ki indragandi'nin bu jesti onların gözündeki değerlerini yükseltmiştir. Zaten "istenen müşteri", daha ucuzunu bulunca terkeden cinsten olanlar olmuyor. Bu müşteri profili de kendi kendine değil, şirket başarılarıyla oluşuyor.

Böyle cesur bir yaklaşım ve duyarlılık sergiledikleri için indragandi'yi tebrik etmek lazım!

16 Aralık 2007 Pazar

Sokaklardaki gerillalar, graffiticiler!

Güzel artwork, değil mi?


Erenköy'de bir manavın hemen yanındaki bu duvarı "freelance" dolaşan graffiticiler yapmış olsa gerek. Çok merak etmeme rağmen uygun durumda olmadığımdan manavın kendisine gidip gerçek hikayeyi öğrenemedim, ancak benim senaryomda mahallenin gençleri, manav amcalarının yanında duran boş duvarı hem kendilerine hobi olacak, hem de manav amcalarına yarayacak şekilde değerlendirmek istemişler ve olaylar gelişmiştir.

İzni alındıktan sonra bu duvarlar bedava mecra. Yapılan iş bu denli renkli ve eğlenceli olunca dikkat te çekiyor. Sıradan bir manav bile olsa. Bir de şehrin belli yerlerinde kendi markanız için olduğunu düşünün!

Pazarlama iletişimcileri, sprey boyaları seven ve bolca boş vakti olan bu graffiticileri -elbette ki sağlam briefler doğrultusunda- kendileri için kullanabilir. Hem de çok az miktarda nakit (ya da hediye) ve bir kaç kutu sprey boya ile!
Ancak, brief çok önemli, zira eline boya verdiğiniz çocuklar gidip te bir caminin ya da yasak bir yerin duvarını boyarlarsa, kaş yapayım derken göz çıkarabilirsiniz!

Spor giyim firmaları, GSM operatörlerinin alt markaları ve bazı hızlı tüketim ürünleri markaları için bence çok uygun.

11 Aralık 2007 Salı

Efe Rakı Advergame

Efe Rakı "Çal Oynasın" isimli bir advergame hazırlamış. Şu anda hatırlayamadığım ancak MSN Messenger pencerelerimden birinin hemen altındaki metne tıklayarak giriş yaptığım sitede ilk dikkati çeken unsur elbette ki +18 uyarısı oluyor.


İster klavye aracılığıyla isterse de mikrofon yardımıyla (el çırparak) oynanan oyunun mantığı şöyle, bir dansöz müzik eşliğinde oynamaya başlıyor, bu esnada alttan geçen baloncuklar ekranın alt ortasında bulunan dairenin içine girince space tuşu ile (ya da mikrofon desteğiyle oynanıyorsa el çırparak patlatılıyor) ve bu sayede ritim tutuluyor. Bölümleri geçip sona gelene de özel bir sürpriz varmış!

Belki interaktifçiler bana kızacaktır, fakat genel konuşmak gerekirse ben advergame olayının (uyarlanmadığı müddetçe) firmalar için büyük maliyet olduğunu düşünüyorum. Çünkü büyük bütçelerle ortaya çıkarılan -bilgisayar oyunlarına göre- çok basit işler tüketicide oynanabilirlik hissi yaratmıyor. Bir de "Login" olunup oynananları var ki, oraya hiç girmeyeceğim. Kısa süreli ilgi uyandırabiliyorlar, fakat çoğu zaman ayrılan bütçeye değmeyen örnekleri görmekteyiz.

Bence bu seferki ezberi bozmuş.
Fazla dikkat istemiyor, mantık basit, görsel anlamda erkeğe hitap ediyor, kısa süreli, sıkmayan, erkeklerin birbirine anlatabileceği cinsten bir advergame olmuş. Bu denli dinamik bir yapı, Rakı tüketen kitle için uygun diyebiliriz. Bu sefer değmiş gibi.

5 Aralık 2007 Çarşamba

Mitsubishi L200 4x4 Outdoor

Marketing Türkiye'ye habere çıkacak kadar güzel, ya da anlatıldığı gibi bir şeyler ileten bir çalışma mı? Bence hayır.



Bu outdoor uygulama Caddebostan'da McDonald's karşısında ikâmet etmekte. Çok iğreti duruyor bence. Beğenen var mı?

29 Kasım 2007 Perşembe

3 Büyüklerin algılanan değerleri

Markaların algıları söz konusu olduğunda dengeler, futboldaki dengeler kadar kolay değişmiyor. Fenerbahçe'nin iyi gidişatı iki maç sonra bozulsa "Ne olacak bu Fener'in hali?" şeklindeki serzenişlere halen rastlayacağımız gibi, Beşiktaş'ın 8 gollük hezimetinden sonra aldığı galibiyetle "Destan yazması"da mümkün. Şunu söyleyebiliriz; taraftarı sürekli memnun etmek mümkün değil.

Fakat gerçek şu ki, "3 Büyükler" diye nitelendirdiğimiz (Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş - bu sırayı takip
edeceğiz) büyük kulüplerimizin de, tıpkı büyük markalar gibi elde ettikleri bir imajları var, ve yaratılan bu imajlar, taraftarların zihninde kazanma-kaybetme ilişkilerinde olduğu gibi süratle değişmiyorlar.



Kimseyi gücendirmeden, objektif olarak büyük kulüplerimizin sosyoekonomik sınıf, karakter, taraftar davranışı, taraftar nüfusu, kurumsal yapıları, kurum kültürü, fiziksel konumu, başarılarını baz alarak yarattıkları marka imajlarını incelemek ve bir iki tane de eğlencelik benzetme yapmak istedim.

-Sosyoekonomik sınıf
Galatasaray için A+, A, B sınıfı,
Fenerbahçe için C1-C2,
Beşiktaş için ise C ve D, hatta E sosyoekonomik sınıflarının mensuplarını barındırıyor diyebiliriz.
Web'de gezinirken, Kurthan Fişek'in 80'lerin başında yaptığı bir önermeyi gördüm; "Galatasaray aristokrasiyi, Fenerbahçe burjuvaziyi, Beşiktaş'ta proleteryayı temsil eder" demiş. Kesinlikle katılıyorum.


-Karakter
Galatasaray diğerlerinden hep daha sofistike olmuştur. Bunun nedeni camiasındaki insanların eğitim seviyesinin yüksek olmasının yanı sıra, Galatasaray'ın bir eğitim kültürünün de olmasıdır. Aynı zamanda köklü ve saygın bir eğitim kurumu olan Galatasaray Lisesi ve Galatasaray Üniversitesi, Galatasaray'ın marka imajının oluşmasına yardım ettiği gibi Türkiye'de eğitimde de öncü kurumlardır.
Fenerbahçe'yi "sonradan olma" diye nitelendirebiliriz, zira elinde henüz Galatasaray'ın UEFA'sı gibi gerçek bir başarı olmadan kendilerini Türkiye'nin en büyük takımı olarak konumlandırdılar. Hatta hızlarını alamayıp kendilerini bir "Cumhuriyet" ilan ettiler. Fenerbahçe bununla ne kadar gurur duysa da diğer takım taraftarları bununla epeyce alay etmekteler. Sanki, üzerine hiç yakışmayan bir giysiyi giyen ve çok güzel olduğunu sanan bayanlar gibi...
Beşiktaş için yapabileceğimiz nitelendirme "avam" olur. Zira Beşiktaş gerçekten de avam bir takım. Berduşluk, kaybetme kültürü, bastırılmış şiddet ve nefret duygularının bir dışa vurumu gibi sanki.

-Taraftar davranışı
Galatasaray taraftarı, eğitim seviyesinin yüksek olmasıyla doğru orantılı olarak sorgulayan bir yapıya sahip. Hemen isyan bayraklarını çekmeyen belki de tek büyük takım. Çoğu zaman soğukkanlı tutumunu koruyan ve taşkınlığı az olan bir kitlesi var. Çok bağlı olmadıkları gibi, yenilgi ya da kötü gidiş karşısında takımlarını terk etme huyları da zaman zaman ortaya çıkabiliyor.
Fenerbahçe taraftarı ise, Galatasaray taraftarına ters olarak, takımının başarısına ve başarısızlığına karşı aşırı derecede tepkili. Öyle ki, futbol tartışılan bir ortamda kimin Fenerbahçeli olduğu hemen anlaşılabilir. Yenilgi varsa çok hararetli bir savunma, galibiyet varsa çok hararetli bir övünme hakim oluyor. Ölçüsü pek yok. Kaçırılan şampiyonlukta da, 100.yıl kutlamalarında da bunları gördük. Başarısızlık durumunda tepkisel olarak takımı terk etme durumu söz konusu.
Beşiktaş taraftarı yıllardır süregelen kötü gidişe rağmen ufak başarılarla yetinmeyi bilen, gerçekten farklı bir taraftar. Zaman zaman tepkiler ortaya çıksa da, kısa süre içerisinde tekrar eski coşkusuna kavuşan tribünler görmek mümkün oluyor. Real Madrid'in Çarşı grubunu kendilerine taraftar modeli olarak alması, Beşiktaş taraftarının bağlılığı ve sahiplenici yapısı konusunda tek başına bile yeterli referanstır. Bir de yaratıcı Beşiktaş taraftarı konusu var, ancak bu yazıda değinmeyelim.

-Taraftar nüfusu
Galatasaray orta, Fenerbahçe kalabalık, Beşiktaş ise diğer iki takıma göre her zaman daha az bir nüfusa sahip oldu. Burada detaylı dağılımdan biraz bahsedilmiş.

-Kurumsal yapı

Galatasaray için kurumsal yapıya sahip demek zor olur. Zira halen aşması gereken çok şey var. Kurumsallaşma sürecini tamamlayamamış ya da ancak yarılayabilmiş yerli tekstil şirketlerine benziyorlar. Kararlar kurul tarafından alınsa da, halen iletişim süreçleri tepedeki insanlar tarafından idare edilmekte.
Fenerbahçe, hiç şüphesiz, bu konuda büyük bir sıçrama yapmış durumda. Avrupa kulüplerinin seviyesinde olmasa da, bu yapıya gelmeleri ve sürekli olarak gelişmeleri bir Türk takımı için büyük başarı. Tepedeki insanların isimleri etkili olsa da kurumun bir çok birimi mevcut ve gayet örgütlü çalışılıyor. Kurumsal yapıya sahip.
Beşiktaş çok zor durumda, zira ancak bir KOBİ ayarında yönetiliyor. Tek insanlar kulüp ve bütün camia adına karar verebiliyorlar, anlık tepkilerle yönetilen, günü kurtarma çabası içerisindeki bir büyük takım.

-Kurum kültürü
Galatasaray her zaman değişime açık bir takım oldu. Genç isimlere takımda fırsat vermekten yenilikçi merchandising ürün yaratmaya kadar bir çok girişimde bulundu ancak bu aralar ciddi bir yönetim ve kadro sıkıntısı yaşamaktalar.
Fenerbahçe değişime açık ve değişimi şiddetle isteyen bir yapıya sahip. Geçmişte kaybedilmiş ve elde edilememiş başarıları bugün ve yarın elde etmek istemeleri değişimi ve kurumsallaşmayı körükleyen en önemli faktör.
Beşiktaş, değişime kapalı, korumacı ve muhafazakar bir yapıya sahip. Ne kadar korumacı bir yapısı olduğunu anlamak için Beşiktaş'ın en inovatif başkanı, aynı zamanda saygın ve başarılı başarılı bir iş adamı olan Serdar Bilgili'nin takımı kurumsallaştırma ve kalite algısını değiştirme mücadelesini hatırlamakta fayda var. Bu girişim "avam" kitleyi huzursuz etti ve kendisi başkanlıktan uzaklaştırıldı. Bugün Serdar Bilgili Beşiktaş'ın başında olsaydı, kurumsallaşma konusunda Fenerbahçe'den bile önde olabilirdi.

-Fiziksel konumu
Galatasaray'ın konumunun olduğu pek söylenemez. Zira semt ve kale olarak (bu durumda, stad) kendilerine bir noktada yoğunluk bulamadılar. Kültürünü eğitimden alıyor.
Fenerbahçe bir muhitten çok bir bölgeye hakim, zira İstanbul'un Anadolu yakası'nda ikamet ettiklerinden ve Kadıköy'de statları olduğundan, Bağdat Caddesi, Caddebostan sahil yolu ve bu bölgedeki diğer yerler neredeyse tamamen kendilerine ait. Kültürü, konumu itibariyle de burjuvazi.
Beşiktaş ise bir semte sahip olma özelliği sayesinde bir kültür oluşturabildi. "Çarşı" denince akla eski Boyner değil, Beşiktaş Çarşısı ve Çarşı grubu geliyor. İnönü Stadı'nın Beşiktaş ilçe sınırları içerisinde olmasının yanında, taraftarın yerleşik olarak bulunduğu bölgeye yürüyüş mesafesinde olması dolayısıyla kale olmuş durumda.

-Başarıları
Galatasaray'ın lig şampiyonlukları dışında elbette ki en büyük ve yadsınamaz başarısı UEFA şampiyonluğu. Her ne kadar zamanın ötesinde kalmış olsa da, Türk takımlarının elde ettiği en büyük başarı olmasıyla Galatasaray yine de başarılı bir takım olarak hatırlarda kalıyor.
Fenerbahçe başarı konusunda en çok lig şampiyonluklarından besleniyor. Bu yeterli olmadığı ve taraftarının kendisini tatmin etmediği için Fenerbahçe'ye kısmen başarılı diyebiliriz.
Beşiktaş ise Türkiye kupaları, dönemsel şampiyonluklar ve Avrupa maçlarında dönem dönem yükselmesi ile başarı sağlamaya çalışıyor ancak kesinlikle başarılı olduklarını söyleyemeyiz.

Bütün incelemenin özeti olarak şu tabloyu kullanabiliriz;


Bu incelemeden sonra,
Takımları votka yapsak ve şişelesek;
Galatasaray - Smirnoff
Fenerbahçe - Binboa
Beşiktaş - Tekel

Takımları araba yapsak ve galeride sunsak;
Galatasaray - BMW
Fenerbahçe - Hummer
Beşiktaş - Tofaş Kuş serisinden bir araba

Takımları kişileştirsek ve sokakta görsek;
Galatasaray - Şık giyimli, sessiz, zarif ve bakımlı, tiyatroya giden bir bayan
Fenerbahçe - Bol mücevher takmış ve aşırı makyajlı, eğlenceye giden bir bayan
Beşiktaş - Elinde fileleri ile pazardan dönen, yorgun ve kendine hiç dikkat etmeyen, evine yemek yapmaya giden bir bayan olur.

Umarım kimseleri gücendirmemişimdir. Son örneklerdeki gibi eklemeleriniz ya da gözümden kaçtığını düşündüğünüz inceleme kriterleri varsa yorumlara eklerseniz devamını hep beraber getirmiş oluruz.
Bir de hatırlatma ile yazımı bitireyim de yanlış anlaşılmalar ortadan kalksın, Beşiktaş taraftarıyım.

27 Kasım 2007 Salı

Mandriva Linux Install Fest

Açık kaynaklı yazılım destekçilerinden biri olarak bir etkinlik duyurusu yapmak istiyorum, Yeditepe Üniversitesi Ticari Bilimler Fakültesi Bilişim Sistemleri ve Teknolojileri bölümü, 1 Aralık 2007 tarihinde Türkiye'de ilk kez düzenlenecek bir Linux yükleme etkinliğine ev sahipliği yapacak.

Ekim 2007'de kullanıma sunulan Mandriva Linux, başlangıç aşamasındaki kullanıcıların bile kolayca yararlanabileceği ve Türkçe dil desteği çok iyi olan bir Linux sürümü. Bu sürümü öğrenmek isteyenlere tanıtmak ve bilgisayarlarına kurmak isteyenlere yardımcı olmak amacıyla ücretsiz düzenlenen etkinlik dünya çapında gerçekleşiyor ve Türkiye ayağını Yeditepe Üniversitesi üstlenmekte. Etkinlik saat 10'dan 17'ye kadar sürecek ve dizüstü bilgisayarını getiren herkes kurulum ve eğitimden faydalanabilecek.

Katılmak isteyenlere hatırlatma; kurulum için 5 GB boş disk alanı, DVD okuyucu ve 512 MB RAM yeterli. Makinelerde Windows kurulu ise disk birleştirme ve defrag işlemlerinin önceden yapılmasının da veri kayıplarını önleyeceği hatırlatılıyor.

Yalnızca Microsoft işletim sistemlerinden ve sorunlarından sıkılanlar değil, farklı bir şeyler denemek isteyenler için de alternatif olduğundan, umuyorum ki, bu tip benzer açık kaynak projeleri zamanla yaygınlaşır.

23 Kasım 2007 Cuma

Türk sporunda sponsorluk

Sponsor olduğunuz sporcuyu yeteri kadar tanımadığınız müddetçe tehlikelidir.

Yıllarca süren başarınızla ve azminizle bir yerlere getirdiğiniz markanızın ismini üzerinde taşıyarak bir nevi onu temsil edecek kimsenin hem kendisine, hem de markanıza zarar vermemesi gerekir.

Malesef Türk sporunda, yaşanması neredeyse imkansız bir ütopya.

Bugün bazı pazarlamacılarımız Türkiye'de spor pazarlamasının emeklemeye bile başlamadığından, spor kulüplerinin ve bireysel sporcuların yeteri kadar destek göremediğinden yakınmaktalar (dünyada bu endüstrinin 250 milyar dolar ederi var. Gözardı edilemeyecek bir rakam).

Elbette, sports marketing, sporla ilişkili reklamlardan atletlerin desteklenmesine, spor tesisleri inşa etmekten spor ve merchandise dediğimiz taraftar destek ürünleri üretmeye, bilet satışlarından yayın haklarına, hatta video oyunlarına kadar geniş bir alana sahip. Benim burada bahsedeceğim sporla ilişkili reklamlar ve atletlerin desteklenmesi.

Geçtiğimiz günlerde yapılan bir ankette Türkiye'de şirketlerin, spor kulüplerinin ve tüketicilerin sports marketing'e olan yaklaşımları incelenmiş. Sonuçlarda, marka sporcuların başında %35,7 ile Hakan Şükür geliyor.

Şaşırtıcı!
Büyük bir başarı göremeyen, iki düzgün kelime konuşamayan, karizması da olmayan, hatta belki itici sayılabilecek bir oyuncu nasıl olur da "Marka sporcu" seçilir?
Biraz acımasızca olacak belki, ancak durumu ancak şu şekilde açıklayabiliriz; insanlar iki tip karakterden hoşlanırlar. Kahraman gibi gördükleri, ve kendilerine benzeyenler. Hakan Şükür bir kahraman olmadığına göre, durumun neye işaret ettiği ortada.

Dramatik bir farkla (9,2) ikinci sırada olan İlhan Mansız, adam gibi bir danışmanla yolunda ilerlese ve Hakan Şükür gibi senelerce futbol oynayabilseydi, ne durumda olurdu? Bu tartışılır.

Üçüncü sıra Mehmet Okur'a ait. Gayet anlaşılır, kendisi oldukça başarılı ve sempatik bir sporcumuz.

Beşinci sırada çok özel bir isim var. Önce görmezden gelinemeyecek bir başarıyı elde ederek Türkiye'nin atletizm neferi ilan edilmiş, bir sürü sponsorluklar alarak asla erişemeyeceği bir servete sahip olmuş, ardından cahilliği ve yanlış seçimleriyle kazandığı herşeyi kaybetmiş bir isim geliyor; Süreyya Ayhan.

İşte tam da burada sponsorluğun tehlikesi ortaya çıkıyor. Üzülerek belirtmeliyim ki, Türkiye'de sponsorlukların, ve dolaylı olarak spor pazarlamasının gelişememesinin önündeki neden öncelikle sporcuların eğitimsizliğinden ve vizyon sahibi olmamalarından kaynaklanıyor.

Türkiye'de spor deyince akla gelen ilk oyun futbol olduğundan, örnek olarak futbolcuları ele alalım. Bir çoğu sahip oldukları şöhretin çekiciliğine kapılıp kendilerini kaybediyorlar ve gelecekte kazanabileceklerini de bu şekilde ellerinin tersiyle itiyorlar.

İlhan Mansız, Beşiktaş'ta yıldızı parladı ve dünya kupasında göz bebeği oldu. Ardından türlü biçimlerde şımarıklıklarıyla basını kendisine küstürdü, gözden düşünce de çözüm olarak oldukça yüksek bir transfer ücretiyle Japonya'ya gitti. Futbol hayatı sona erdi, şimdi medyatik olmaya çalışıyor.
Hayatına özen gösterse ve formuna dikkat etseydi, yerli bir Beckham'dan fazlası olur muydu? Kesinlikle olabilirdi.

Markalar açısından konuşmak gerekirse, futbolda "endorsement" ile yatırım yapmak büyük risk. Zira futbolcuların bir çoğu duygusal açıdan dengesiz ve neyi ne zaman yapacakları belli olmayan kimseler. Marka = Tutarlılık diyorsak, futbolcular üzerine daha fazla düşünmemek gerekir. Zira bugün Roberto Carlos gibi "gün görmüş" bir oyuncu dahi hakemin üzerine su atması, yerli oyuncuların yapabileceklerine iyi bir referans olarak kabul edilebilir.

Aynı şekilde Süreyya Ayhan'ın doping iddialarını gülünç bir şekilde yalanlaması da, zaten yüzü sponsorluklardan yana hiç gülmeyen bir şirket olan Vestel için oldukça acı bir durum olsa gerek. Vestel'in yaptığı büyük girişimlerden sonra yaşadığı talihsizlik ve konrolsüzlük (ya da öngörüsüzlük), markaların atletizm ya da diğer alternatif sporlara olan yatırım güvensizliğini ve halkın genel kayıtsızlığını artırmaya yardımcı olmuştur.
Vestel burada kendini hızla geri çekerek bir şekilde krizi atlatmış görünse de, kurumun zihinsel olarak uğradığı zarar biraz zor telafi edilir gibi görünüyor.

Aslında bugün çok kaliteli genç atletlerimiz destek beklemekteyken, Fatih Terim 140 milyar maaş alıyor, son 3 maçtan önce elde etmesi gereken başarıyı son anda başarı elde ediyor, Futbol Federasyonu başkanımız tribünde bu başarı (!) için gözyaşları döküyor, futbolculara prim sözleri veriyor ve bunu sokaklara dökülüp kutluyorsak, Türkiye'de spor pazarlaması hakettiğinden de fazlasını elde ediyor diye düşünürüm.

20 Kasım 2007 Salı

Şimdi herkes bilecek!

Beşiktaş gibi semtlerde ikamet edip şehir içinde arazi aracı kullananlara karşı kendimce yargılarım var. Dolayısıyla bu karikatür bende büyük bir tebessüm yarattı. Harika bir storyboard...


Son derece anonim, ancak müthiş bir anti-Hummer viral pazarlama uygulaması!

18 Kasım 2007 Pazar

Starbucks TV reklamı

36 başarılı yıldan sonra Starbucks, "her köşe başında bulunmak" misyonunun bedelini Amerika'da, pazarını doygunluğa ulaştırarak olarak ödedi. Mağaza başına satışlarda yaşanan %1'lik düşüşün şirket hisselerinde %6'lık değer kaybına girmesi, Starbucks'ı ürkütmüş olacak ki geçen hafta ilk kez TV reklamları ile kampanyalarını desteklemek zorunda kaldılar.

Starbucks bugüne kadar TV'de reklam yapmadan büyümeyi başaran markalardan. CEO Jim Donald TV reklam kampanyası sayesinde daha geniş kitlelere ulaşmayı hedeflediklerini belirtmiş.

TV reklamından görüntüler aşağıda, kendisi ise burada.


İzledim, ancak bende Starbucks'a gidip bir ziyaret etme, sıcak bir şeyler içme isteği uyandırmadı. Daha geniş kitlelere hitap etmek adına? Hiç bir şey yok.

Bende mi yanlış bir şeyler var, yoksa gerçekten başarısız mı?

Fikir:
"Keşke gerilla uygulama düşünselerdi" dedim kendi kendime, kışın sıcak bir içeceğin sunulması için daha uygun bir mecra düşünemiyorum. İçildiğini görmeyi geçtim, sıcak bir içeceğin kendisini görmek bile insanın canını çektirerek, satın alma konusunda harekete geçirmeye yeterli olabilir. Yanılıyor muyum?

16 Kasım 2007 Cuma

Tıkırdatanlar ve Dinleyenler

Elizabeth Newton 1990 yılında basit bir "role-play" üzerine yaptığı çalışmayla Stanford Üniversitesi'nden doktora ünvanı almış. Çalışmada insanlar "Tıkırdatanlar" ve "Dinleyenler" olarak iki gruba ayrılmış.

Tıkırdatanlara en iyi bilinen şarkılardan bir liste sunulmuş (Mutlu yıllar sana vb.) ve bu şarkılardan birini seçerek parmaklarıyla ritim tutmalarını, dinleyenlere şarkıyı tahmin ettirmeleri istenmiş.

Bu deney boyunca 120 şarkı parmakla çalınmış, dinleyenler şarkıların yalnız %2.5'ini bilmiş; 120 taneden 3'ünü.

Peki bu deneyde doktora aldıracak kadar önemli olan neydi? Açıklayım;

Tıkırdatanlar her 40 mesajdan ancak birini iletebilmiş olmalarına rağmen, her iki mesajdan birini iletmekte olduklarını sanıyorlarmış. Nedeni ise, tıkıdrdatan rolündeki insanın parmaklarıyla ritim tutarken, kafasının içinde o şarkıyı duyması.
Dinleyenler anlamaya çalışırken, tıkırdatanlar, dinleyenlerin melodileri bilememesini hayret içerisinde Oysa dinleyiciler mors koduna benzeyen kopuk tıkırtılardan başka hiç bir şey duymazlar.

Tıkırdatanlar şarkıyı parmaklarıyla çalarken, dinleyenlerin bir şarkı değil de kopuk kopuk tıkırtılar duyduğunu hayal edemezler...

Bu metni Dan&Chip Heath kardeşlerin "Made to Stick" adlı kitabında okudum. Girişimcilik konularının ağırlıkla işlendiği kitaptaki bu metin, bana pazarlama iletişimi'nde yapılan en temel hataları da anımsattı...

Aslında, pazarlamacıların bir çoğu, tıkırdatanlara benzemiyor mu?

13 Kasım 2007 Salı

Konumlandırma


Şu sıralar ev-iş arası yolda Al Ries ve Jack Trout'un "Positioning: The Battle for Your Mind" adlı kitabına yeniden göz atıyorum. Elimdeki 1981 baskılı klasiğin üzerinde Jack Trout'un da ıslak imzası bulunmakta.

Kitapta okuduğum bir cümle, başarıya ulaşan, yerinde sayan ya da başarısızlığa uğrayan vakalardan oluşan
"Kurumsal kimlik şakaya gelmez" ve "Dünyaya açılan şemsiye" yazılarındaki temel problemi aklıma getirdiği gibi, yapılması gerekeni çok ta güzel özetlemiş;

"In communication, as in the architecture, less is more. You have to sharpen your message to cut into the mind."*

*Tıpkı mimaride olduğu gibi iletişimde de, az, çoktur. Mesajınızı, zihinleri şekillendirebilecek kadar sadeleştirmelisiniz.

11 Kasım 2007 Pazar

Dünyaya Açılan Şemsiye - Celal Birsen

Bir plajda güneşten bunaldığımızda altına sığındığımız, yağmurlu bir günde altında oturup çayımızı kahvemizi içtiğimiz, ya da bakkaldan dondurma alırken altında durduğumuz şemsiyelerin hemen hemen hepsinin tek bir üretici tarafından üretildiğini ve markasının Celal Birsen olduğunu kaçınız biliyor?

Askerliğim esnasında bir subayın yüksek lisans projesini yaparken öğrendim Celal Birsen ismini. Okuduğum metin, masalsı bir başarının vakasıydı. Yakalanan başarı bende markaya karşı bilinirliğin yanı sıra bir de sempati oluşturdu diyebilirim.

Vakayı okuduktan sonraki farkındalıkla altında durduğum, yolda gördüğüm şemsiyelerin markalarına dikkat etmeye başladım. İşte oradaydı, Celal Birsen. Daha sonra markalarını, mağaza ve department store vitrinlerine yapıştırılmış "Celal Birsen şemsiyeleri burada satılmaktadır" yazılı stickerlarda görmeye başladım. Belki çoktandır vardı da ben yeni farkına varıyordum, bilemiyorum.

Geçen Cuma akşamı bir Boyner mağazasında dolaşırken bu küçük köşe standları Göze'nin dikkatini çekti.



Boyner'de bu şık standlarla köşeleri kapmanın yanı sıra, işin en hoşumuza giden kısmı şemsiyelerin rastgele değil, ilgili ürünlere göre yerleştirilmesi oldu. Kadın spor giyim reyonunda daha renkli, portatifliğe önem verilmiş ve zarif tasarımlar yer alırken, Erkek giyim ve takım elbiselerin satıldığı reyonlarda kıyafetlere göre uygun, üzerlerinde "premium" yazan daha ciddi, koyu ve sofistike tasarımlı şemsiyeler mevcuttu.



Mağaza içerisinde herhangi bir köşede bütün ürünleri sergileyerek işin kolayına kaçmak varken böylesi bir yaklaşım sergilemeleri, marka Celal Birsen olduğundan beni fazla şaşırtmadı. Mağaza içi iletişim öğeleri kullanılmıyor, ancak standların iki üç tanesini atlasanız bile ilgili olduğunuz reyondaki ürünlere bakarken ilginizi çekebilecek başka bir stand karşınıza çıkıyor.



Bilinirlik ve prestij açısından mağazaya kesinlikle evet, ama satış için department store'larda bu şekilde yayılmak Celal Birsen mağazası açmaktan daha etkili olmalı.

9 Kasım 2007 Cuma

Esen Boru



TV'de başka bir versiyonunu gördüm. Kocaman adamların "boru" ile bu denli övünmeleri ve dinlerken algılanan "alt metinler" bana çok gülünç geldiği için paylaşıyorum.

7 Kasım 2007 Çarşamba

Kurumsal kimlik şakaya gelmez

Bir de yerli işletmelerimiz bunu anlayabilse!

İsot Lahmacun, kendi yağında kavrulmaya ve "Türk işi fast-food" pazarında kendisine yer edinmeye (vizyon muhtemelen 1 numara olmaktır diye düşünüyorum) çalışan bir işletmemiz. Detaylı bilgiye b
uradan ulaşabilirsiniz.



Bu fotoğrafı, yemek için çıktığım bir öğlen İçerenköy Carrefour'da çektim. Karakter bende çağrışımdan fazla etki yarattı...



Bunlar tehlikeli sular. Bir karakterden esinlenmek olur, ancak birebir kopyalamak?
Haydi bana "kötü düşünüyorsun" deyin. Sonra da (fotoğraf kalitesi için üzgünüm) gözlere, kirpiklere, buruna, dişlere, ağıza, kollara, bacaklara, hatta ayakkabılara bakın diyorum.

Apaçık belli ki ya tanıdık vasıtasıyla yapılmış bir hayır işi, ya da uyanık yerel bir ajansımız karakteri direk olarak "çakmış". İkincisi zayıf bir ihtimal olsa dahi bunu anlayabilirim, ancak Sponge Bob gibi popüler bir karakteri kullanmak bana paraşütsüz atlayış yapmaktan beter geldi.

Firma da zaten bu konuda bir sıkıntı yaşamış olsa gerek, yeniden uyarlanmış benzer bir karakteri kullanmaya karar vermişler. Ancak, yine bir tutarsızlık sergiliyorlar...



Şimdi İsot'un karakteri buradakilerden hangisi? Ben altında "En şirin acı" sloganı olan ilk görseli daha fazla göz önünde buldum. Ancak, bir de bizi selamlayan şef karakteri mevcut. Belli ki İsot Lahmacun halen işin içerisinden çıkamamış. Kuruldukları 1996 yılından bu yana 12 seneye yakın süre geçmiş olmasına rağmen halen kendilerine bir kurumsal kimlik oluşturamamış olmaları beceriksizlikten mi yoksa bunu ciddiye mi almadılar bilemiyorum, ancak üzücü olduğu aşikar.

Ben ikincisi diyorum. Türk şirketleri, üzülerek söylüyorum, ürünün/hizmetin iyi olmasıyla satışların-büyümenin doğru orantıda büyüyeceğine inanarak üretim süreçlerine daha fazla değer verirken, kendi ismini cilalamak konusunda aynı özeni göstermiyor. Sonuçta böyle acaip, ortada kalmış, sahipsiz ya da kimliğini bulamamış işler görüyoruz. Kişisel düşüncem, İstanbul'da en iyi lahmacunu yiyebileceğiniz yerlerden birinin İsot olduğudur, ancak biraz daha pazarlamanın üzerine düşülse kendini daha fazla geliştirecektir.

Ben İsot Lahmacun'a lahmacun yemek istersem giderim. İsot Lahmacun'un menüsüne bakalım neler var;
-Lahmacun,
-Dürüm ve kebaplar,
-İçli köfte,
-Çiğ köfte,
-Pide,
-Künefe.

İçli köfte ve çiğ köfte aperatif olarak kalabilir desek (ki bence kalmasın), künefe de tatlı niyetine tutulsa, gerisi fazlalık olmuyor mu? Pide'nin, kebapların, firmanın ismi "İsot Lahmacun" ise o menüde ne işi var?

Kategorileri genişlettikçe markanın zihinlerde yarattığı algı zayıflıyor.
Ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, ben İsot Lahmacun'dan yalnızca lahmacun yiyeceğim.
Kebap mı? "X Kebap" isimli herhangi bir yer her zaman bana daha cazip gelecektir.

Tüketici de böyle düşünüyor! Şirketler uzmanlık alanlarını (özellikle de kurum olarak isimlerinde) belirtmişlerse kendi işlerine bakmalılar, diğer işleri de diğerlerine bırakmalılar.

Benzer yaklaşımı Hacıoğlu Lahmacun'da yapıyor, menüsünde et döner, piliç döner ve kahve olan bir "lahmacuncu" olarak faaliyet gösteriyor. Kahve içmek istesem, tercihim Kahve Dünyası ya da Starbucks olacaktır.
Menüyü daraltmak varken, genişletmek ve operasyon maliyetlerini artırmak niye?

Madem konu restoranlardan açıldı, bir de şu linkteki zincirleşme çabasındaki restorana göz atmanızı tavsiye ediyorum. Bu "Dönerci Ali Efendi" İçerenköy'de gözüme çarpmıştı, çok yeni bir şirket, henüz web sitesi dahi yok (olması lazım!), içeri girip menü'süne göz attım, operasyonunu, konumlandırmasını ve kurumsal kimliğini beğendim ve "Evet, burası dönerci" dedim. "Unrelated" tabir ettiğimiz hiç bir şey menüde mevcut değil.
Sonradan öğrendim ki üniversite'den aynı dersleri aldığımız bir arkadaşımın şirketiymiş. Kendisiyle şirketin kurumsal kimliği konusunda bir sohbet yaptık, bugüne kadar yaptıkları, aldığı kararlar ve gelecekle ilgili düşünceleri oldukça olumluydu.

Aslında bugün McDonald's gibi bir dev bile aynı hataya (ya da aç gözlülüğe) kapılıyorsa, operasyonlara kıyasla taş devrinde olan yerel işletmelerimiz neden yapmasın diyebilir, işin kolayına kaçabiliriz. Bu kuşakla belki zor ama, benim kuşağım bazı şeyleri değiştirebilecek gibi görünüyor.

5 Kasım 2007 Pazartesi

Dalya

Blogumu takip eden tüm arkadaşlar;

Blog yazmaya başlayalı aşağı yukarı 4 ay oldu ve bugün itibariyle 100.yazımı yazdım. Uzun zamandır aklımda olan bir kaç şeyi herkesle paylaşmanın vakti geldi diye düşünüyorum;

1-Blogumun tasarımını sade tutmaya özen gösteriyorum. Tasarımı reklamlarla ve benzeri müdahalelerle mümkün olduğu kadar kirletmemeye çalışacağım. Öte yandan, tasarım aracı olarak yalnızca blogger kullanıyorum. Dolayısıyla formata müdahale imkanım sınırlı. İsteğim sayfayı her çözünürlükte standart boyutta gösterebilmek. Bunu zaman içerisinde bir şekilde aşmaya çalışacağım.

2-Bir domain almak istiyorum, ancak nereden ve nasıl gibi soruların cevaplarına sahip değilim. Ayrıca, domain ismi konusunda da karar vermem gerekiyor. Önerilere açığım.

3-Yabancı ülkelerden de ziyaretler oluyor. Dolayısıyla blogumu İngilizce olarak ta yayınlamak istiyorum. Ancak yazıların altına İngilizce eklenti yapmak yerine bir buton vasıtasıyla İngilizce versiyonun gözükmesini istiyorum. Bunu mevcut domain üzerinden nasıl yapacağımı henüz bilmiyorum.

4-Blogumda yazdığım yazıları periyodik olarak e-book olarak yayınlamak istiyorum (100 yazıda bir e-book gibi). Gerekli altyapım hazır ancak beklenmedik sorunlarla karşılaştığımdan bunu şimdilik yapamayacağım. Şimdilik eski yazılarıma ulaşmak için sol kolondaki (önceki yazılar) bağlantılarına tıklayıp istediğiniz konu başlığına ulaşabilirsiniz.

Tüm yazılarıma olduğu gibi bu konularda da önerilerinize, yorumlarınıza ve desteğinize her zaman açığım. Takip eden herkese sevgiler...

Eren

Farklılaşma üzerine...

Bu sabah İstanbul'da orta şiddetli yağış var. Sabah işyerime gitmek için vapura, oradan da otobüse biniyorum. İndiğim durakta bir üstgeçit, geçitten karşı yola geçene kadar gördüğüm 10 tane tezgah, 9 tanesi renksiz, tarzsız, sıkıcı, fiyatı 3 ila 10 lira arasında değişen şemsiyelerden satıyor.

Aralarında yalnızca bir tanesi naylon ancak renkli, daha şık görünen şemsiyelerden satıyor. Ben yanlarından geçerken 2 kadın kendileri için şemsiye beğenmekteler... "Farklılaşmak!" diyorum içimden, "diğerleri yalnızca beklerken, satış yapan tek şemsiyeci".
Diğerlerine bakıyorum, bir iki tanesi haricinde hiç birisi ellerindeki ürüne dikkat çekmek için bağırmıyor, çünkü biri bağırınca hepsine insan çekiyor, zira hepsi aynı şeyi satıyor.
Merak ediyor ve yine kendi kendime "Acaba diğerleri bu manzarayı izlerken nedenini sorguluyorlar mıdır?" diye düşünüyorum. Aynı oynunun defalarca kez sergilendiğini tahmin edip cevabımı alıyorum.

Bir de benim gibi şemsiye taşımayı sevmeyen insanlara bere, şapka, yağmurluk satmak gibi alternatif çözümler üretmek var, ama önce şu temel "farklılaşma" yaklaşımını bir benimseyebilsek...

3 Kasım 2007 Cumartesi

LC Waikiki ve Viral Pazarlama'nın karanlık tarafı

Dünya üzerinde icat edilen her şey gibi, pazarlama öğeleri de (kötü yanlış kelime olur) etik olmayan amaçlara hizmet etmek için pekala kullanılabilir.

Eskiden rakiplerinin adından söz etmeden onları kötüleyen reklamları izleyince şaşırırdık. "Vay bee, cidden bu sefer saldırmış" derdik. Bir süre bunu gazetelerde yaşadık, daha aklım bu işlere ermezken Sabah ile Hürriyet arasında manşetlerden çamur atma furyası vardı, hem de birbirlerinin isimlerini haykırarak yapıyorlardı bu işi, net olarak hatırlıyorum. Hani kuponla tencere tava dağıttıkları, tam sayfaların kuponlarla dolu olduğu zamanlar...

Pazarlama evrim geçirdi, elbette "çamur at, izi kalsın" şeklindeki yaklaşımlar da tarz değiştirdi. WOMM'un ve benzer mecraların ne kadar etkili bir güç olduğunu farkeden (akıllı değil) "uyanık" pazarlamacılarımızın, bunları negatif yönde kullanmaya çalıştıkları bir döneme girdik.
Örnek mi? Kimden geldiği belli olmayan mail furyaları ile şirket kötüleyen ya da şikayet eden metinler mutlaka elinize geçmiştir.

Haberi aldığım kaynak Ekşi Sözlük oldu, Leyla Zana'nın LC Waikiki'yi satın aldığı söylentisi mail yoluyla viral olarak yayılmış ve Ekşi Sözlük'te de yerini entry olarak bulmuş (tabi ki haklı
olarak entry silinmiş), ben de okudum ve gerçekliği şüpheli, söylentiden ibaret olan bu konu hakkında fazla düşünmedim.

Messenger'da alttaki reklam metinlerine pek takılmam, ancak LC Waikiki adını son bir kaç günde tekrar duyunca algıda bir seçicilik durumu oldu ki, yazı gözüme çarptı.


LC Waikiki takdir edilecek kadar büyük bir esneklik ve hızla MSN Messenger'a kadar ilan vererek internet kullanıcılarını iddianın asılsız olduğu konusundaki kamuoyu duyurusuna yönlendirmekte geç kalmamış. Bir Türk firması, başına gelen krize karşı aynı mecra üzerinden kriz yönetimi nasıl yapılır gösteriyor.

Umuyorum LC Waikiki bu asılsız iddia'yı ortaya atan kimseleri ortaya çıkarır ve yargı da cezalarını en kısa zamanda infaz eder. Marka yaratmak, onu yok etmekten çok daha zordur. Dileğim, davada yalnızca ticari itibar kaybı ve finansal zarar dışında, buradan ekmek yiyen ve emek vermiş bütün insanların kaderiyle oynandığı gibi manevi kavramlar da göz önünde bulundurulur ve sanıkların cezaları ona göre biçilir.

Kara mizah yapmak isteyen buraya bir bakabilir. Öte yandan, her duyduğumuza bu kadar kolay inanmamız gerçekten üzücü...

1 Kasım 2007 Perşembe

Arçelik ve Siemens'in tek tuş savaşı

Geçtiğimiz günlerde Arçelik'in tek tuşlu bulaşık makinesi icat ettiğini duyurmuştum. Fatmanur Erdoğan bu konunun altına çok çarpıcı bir yorumda bulunmuştu.

"
2001 yılında tek tuş bulaşık makinelerini Siemens markasıyla piyasaya sürdük. 2007 yılında da Arçeliğin böyle bir makineyi ilk defa ancak çıkartabiliyor olması ve bunu ilk yaptık diye duyurması elbette bizi çok güldürdü! Bulaşık makinesi pazarı ise henüz yeni yeni canlanmaya başladığından tüketicilerin bu reklamlarımızı hatırlamıyor olması doğal... Yakında bu konu ile ilgili haberleri izlemeye devam edin lütfen..."

Bugün ekşisözlük'e girdiğimde beni karşılayan theme, cevabı net bir şekilde veriyor.


Aslında, ufoozgur adlı sözlük kullanıcısının yazdığı gibi, "reklam yoluyla ayar vermenin en güzel örneği" olmuş gerçekten de. Üstelik bunu ekşisözlük gibi genç bir platformda lanse etmesi hem Arçelik için büyük bir prestij kaybı olacaktır hem de altına aldığı yorumlarla ve ağızdan ağıza anlatımla viral etki yaratabilecektir.
Daha farklı mecralarda bu reklamları görürsek Arçelik'in yapacağı hamleyi merak ediyorum...

31 Ekim 2007 Çarşamba

Zaman Outdoor reklamları ve basında tarafsızlık

Bazı şeylere çok dikkat ederim, biri de aldığım haberin tarafsız olmasıdır.
Üzülerek söylüyorum ki bu, Türkiye şartlarında geçerli olmayan, hatta belki de gelinen noktada asla gerçekleşmeyecek bir durum. Bu konuda hiç ümidim yok yani.

Tarafsızlıktan kastım yalnızca kutuplaşmalar değil, bağımsız geçinen gazetelerin bile kullanmaktan çekinmedikleri kendi üslupları.
Hepsi kendi zümrelerinin, tabir-i caizse "nabzına göre şerbet" veriyor.
Medya grupları da zaten terazinin ağır geldiği tarafa göre bu üsluba yön vermekte.

Briefistan yazmış;
"
Zaman herşeyin sorumlusu olarak kendilerinin, muhafazakarların, "dincilerin" biçilmesine içerlemiş. "onlar" diye bahsediyor. asıl "onlar" suçlu. kendileri farklıymış. afişlerin "Zaman Gazetesi"yle alakası bile olmaması da olayın bir başka yönü."

Mecranın kullanımı beni inanılmaz rahatsız etti. Görsel ile modernize edilmiş sayılır ancak klasik muhafazakar saldırganlığından hiç bir şey kaybetmemiş. Biraz tutarlı olunsaydı keşke, gazetede o kadar pazarlama profesyoneli yazar var ama bir yol göstermemişler, bu mu bütünleşik pazarlama iletişimi anlayışları?
"Onlar"
diyerek zaten bir basın organının yapmaması gereken şeyi yaparak kitleleri birbirinden ayırıyor. Belli bir zümreye hitap ediyor ve geri kalanlarına sanki dış mihraklarmışcasına "onlar" diyor (aynı şeyi Cumuriyet gazetesi de yapıyor ve ben onların bu tutumunu da hiç hoş karşılamıyorum!)...

İkiyüzlülük mü dersiniz yoksa korkaklık mı bilmiyorum, ama keşke görseldeki yüzün altını da gösterselermiş te o yüzün altındaki "upuzun arap sakalı" görmüş olsaydık...

29 Ekim 2007 Pazartesi

Operation Firefox


Firefox bir gerilla (ambient) uygulama yarışması yapıyor; Operation Firefox. Hemen katılmak istedim ama yalnızca Firefox ofisi olan ülkelerden katılım yapılabiliyormuş.

Amaç kabaca, 3.5 feet (yaklaşık 1 metreye denk geliyor) büyüklüğünde bir Firefox sticker'ını en verimli yere yerleştirmek, neden (hedefler) nasıl (uygulamanın gerçekleştirilmesi ve kamusal alan kullanıldıysa alınan izinler) ve sonuç (kaç insan gördü, bilinirlik frekansındaki değişim vs.) ilişkisine bağlayarak jüriye görsel ve metinsel kanıt sunarak onları etkilemek.


Herşeyden önce (fazla opsiyon bırakmayıp esnek olmasa da) bunun bir gerilla uygulama yarışması olması çok heyecan verici. Kazanmak kaybetmek duygusunun yanı sıra uyandırdığı "belongingness" dediğimiz aidiyet hissini katılımcılara çok iyi veriyor. "Firefox için, açık kaynak için, daha iyisi için siz de bir şey yapın". Bir marka için yapılabilecek en verimli etkileşim çalışmalarından biri olabilir.

Yarışma burada olsaydı, siz bu dev Firefox sticker'ını nereye yerleştirirdiniz?

28 Ekim 2007 Pazar

Farklılaşma diyoruz, ama...

Farklılaşayım derken dünyadan kopanları da görebiliyoruz.



Bir toplu konut firmasının yerleşimi için bastırdığı katalog. Aynı konut firması farklılaştırılmış konseptleri ile öne çıkmaya çalışıyor, bunun gibi Türk insanına yabancı bir kaç konsepti daha var. Aslında konutlar için denebilecek pek fazla bir şey yok, gayet güzel görünüyorlar, ancak bizim insanımız bunları sevmez.

Hedef kitle elbette ki A+ insanlar. Kaç tane A+ insanı oraya toplamayı düşünüyorlar? Bilmiyorum. "En avrupai yerleşim" olarak lanse ediliyor. Ben daha Türkiye'de yaşayan Avrupalı diyebileceğim bir insan görmedim, görsem de "Merhaba" deyince "What?" cevabını alırım. Bayağı zorlama olmuş, dolayısıyla dünyadan kopmuş.

Şu "... Cumhuriyeti" muhabbeti zaten iyice zıvanadan çıktı. Her aklına esen cumhuriyet kuruyor, farklılaşayım derken kendilerinden geçiyorlar, dünyadan kopuyorlar. Şu kataloğun tasladığı üstünlüğe, sunduğu vaade bakar mısınız? Bayağı saçmalamışlar.
Aklı başında marka yöneticileri ve iletişimcilerin, bu yolunu kaybetmiş markaları ellerinden tutup dünyaya geri döndürmeleri gerekiyor...

26 Ekim 2007 Cuma

Asla anlayamadım

Farkılaşmak varken taklit etmenin anlamsızlığından bahsediyorum.

Marketing Türkiye dergisinin 133.sayısında kapak konusu "Markalar arası kopyala-yapıştır" yöntemi idi. Anlayan anlamıştır zaten de, biraz daha açmak gerekirse; FMCG'de ürün geliştirirken markaların birbirini ne denli taklit ettiği ve bunun etkili olup olmadığı büyük üretici firmaların önde gelen pazarlama liderlerine sorulmuş ve yanıt aranmıştı.

Konunun detayına girmeyi düşünmüyorum, burada ürün taklidinden daha fazla garipsediğim ve son bir günlerde gözüme çok çarpan bir durum mevcut.

Ülker bu kopyala yapıştır markacıların şüphesiz lideri. Ancak, son günlerde Ülker klonları türemeye başladı (ya da hep varlardı!).



Marka klonuna alışmıştık ama, kurumun kendisini klonlamanın biraz fazla olduğunu düşünüyorum. Bu nasıl kurumsal kimlik, bu nasıl itibar yönetimi, bu nasıl bir girişimdir anlayamadım doğrusu. Bu firmalar Ülker iştiraki midir? Hem Hazal'ın hem Şimşek'in sitelerine baktım göremedim. Zaten sanmıyorum da, zira iştiraki bile olsa Ülker logosunu böyle kullandırmaz.

Ürün gıda ürünü olunca insan iyice bir çekiniyor denemeye. Bence kurum kimliği (ve kurum kültürü) adına tehlikeli bir yaklaşım. Firmaların web siteleri ve içeriğindeki görsel ve metin materyalleri (slogan vs.) ayrı ayrı revize edilmesi gereken detaylar -ki onlara da girmiyorum.

Bu kolaycı yaklaşımlar -her alanda- gerçekten çok canımı sıkıyor. İşin kötüsü bu, artık hayatımıza gittikçe daha fazla nüfuz etmeye başladı ve bir hayat biçimi, bir eğilim haline geldi. Daha bu sabah kahvaltı ederken okuduğum gazetede ve izlediğim kanalda ve işe giderken sokakta karşılaştığım kolaycı yaklaşımlar;

-Manken (şarkıcı da olabilir) bir bayan Julio Iglesias ile birlikte olduğunu iddia etmiş, sonra da "aramızda bir şey yaşanmadı" demiş. Bu bayan bu demeci verirken yanındaki muhabirler keşke kendisine dünyanın geri kalanının da bildiği bir gerçeği, Julio Iglesias'ın 2000'den fazla kadınla birlikte olduğu rivayetini ve kendisinde farklı, özel bir yan olmadığını belirterek ortamı terk etseydi.

-Alarko Carrier, reklam yüzü (ya da maskotu) olarak kendisine Garfield'ı seçmiş, reklamlarda da korkunç bir seslendirme ile "keyfim yerinde" mesajı veriliyor. Samimi olmak gerekirse, sıradan bir kedi kullandıkları reklamı daha sempatikti. Ajansın da kolayına gelmiş olmalı, seslendirme dışında hiç bir prodüksiyon maliyeti olmayan bir yapım. Üstelik çok sırıtıyor.

-Ve yazıyı yazdıran, Hazal bisküvi'nin logosunu dağıtım servisinin üzerinde görmek.

Zaman zaman beni gerçekten ümitlendiren ve "Marka Yönetimi'nin geleceği var!" dedirtecek yaklaşımlar sergileyen yerli şirketler tek tük te olsa kendini gösterebiliyor, ancak üzülerek söylemeliyim ki bu yazıdaki örnekler, bizim "kurnaz" ve "kolaycı" yapımıza daha kolay geldiğinden olsa gerek, hiç bir zaman tükenmeyecek gibi.

24 Ekim 2007 Çarşamba

Orta yaşlı Türk erkeği'nin rüyası

Bugün girdiğim bir eczane'de bir sürü broşür arasında dikkatimi çeken bir tanesi.


Sıradan bir ürün tanıtımından ziyade bir bilinçlendirme kampanyasıymış. Buraya kadar her şey güzel. Beni güldüren, görsel malzeme oldu.


Erkek model seçimi tamam da, kızımızın genç olması pek gitmemiş gibi. Bana klasik orta yaşlı Türk erkeği'nin rüyası gibi geldi bu model kullanımı.
Jenerasyon farkı pijamalarda bile ortada, kızın giydiği saten gecelik ile adamın giydiği "Sümerbank pijama"ları andıran sweatshirt aradaki kültür farkını adeta bas bas bağırıyor. Dikkat ettim de kelimelere aktarırken bile kız-amca kelimelerini kullanmışım, bu da arada ancak baba-kız ilişkisi olabileceğini çağrıştırıyor.
O manidar bakışlara ise hiç girmeyelim bence! Keşke kadın da biraz orta yaşlı olsaymış diyorum.

Broşürü Lilly adında uluslararası bir ilaç firması yayınlamış. Yakınımdaki arkadaşlarla broşürü paylaşınca epey eğlendik ve farklı yorumlarda bulunduk elbette, ama bir tanesinin anlattığına dayanarak söyleyebilirim ki, bu tip bilinçlendirme kampanyalarında durum benim sandığımdan çok daha vahimmiş.

Hikayemiz şöyle; Ereksiyon problemi olan insanları bilinçlendirmek ve kendi ürettikleri ilaca yönlendirmek için broşür hazırlatan yerel bir firmamız, lanse etmeden önce kreatif çalışmalarını paylaşır. Kreatif çalışmalarda fotoğraf yerine çizim kullanılmıştır ve ereksiyon problemi olan çizgi karakterimiz elinde matkapla yatağın başına geçmiş, pis bir sırıtışla partnerine doğru ilerlemekte gösterilmektedir.

Bu projeyi yöneten iş arkadaşım şok içerisinde "Aman öyle şey olur mu hiç, böyle bir şey kullanılır mı aman aman..." diyerek firmayı ikna eder. Firma hayal kırıklığına uğrar, çünkü illustrasyonu o kadar beğenirler ve benimserler ki kendi espri anlayışlarını tam olarak yansıttığına ve tüketiciye de bu mesajı verebileceklerini düşündüklerinden çok eminlermiş. Öyle ki, görsel üzerinde anlaşmaya varamadıkları ve uzun uzun tartıştıkları tek şey illustrasyon karakterin elindeki matkabın cinsine karar vermekmiş.

Bu bana biraz imam-cemaat ilişkisini andırdı. Uluslararası firma böyle bir uygulama yaparsa, amatör yerli firmalarımız böyle maceralara kalkışabiliyor demek ki...

23 Ekim 2007 Salı

Omo Outdoor

Son bir kaç gündür İstanbul sokaklarında çeşitli yerlerde görülebilen bir outdoor çalışması.



Raketin dış kaplamasına kadar gitmişler. Altta kalan kısmı, yani Omo logosu ve sloganın geldiği yer tertemiz. Durakların da benzer şekilde giydirildiğini gördüm ancak fotoğraf makinem yanımda olmadığından görüntüleyemedim. Raketten farklı olan özel bir şey de yok zaten. Omo'ya alıştık. Kendi alışılmışının dışına çıkmamış, uygulamayı incelerken gelen geçen insanların (araç içindekiler dahil) gözünün uygulamaya takıldığını fark ettim, tüketiciyi yakalıyor. Fena değil.

22 Ekim 2007 Pazartesi

DHA ve habercilikte etik

Hüseyin bu fotoğrafı nerede görmüş bilmiyorum, Hürriyet'in ya da iştiraklerinden birinin web sitesinde olabilir. Kendisi bu fotoğrafın alt anlamını gayet güzel açıklamış. Ben başka bir şeyler söylemek istiyorum.

Bunun adı nedir?
Habercilik mi?
Değil.
Pazarlama mı?
Hiç değil.
Terbiyesizlik?
Evet, olsa olsa bu olabilir.

Şehit edilmiş bir gencin fotoğrafını buluyorsunuz ve üzerini "Biz bulduk!" dercesine, taze acısına ve anısına saygısızlık ederek logonuzla karalıyorsunuz.
Futbol maçlarındaki (hedef kitlenin tahammül sınırına doğru ortantılı olarak) önemli pozisyonlar hariç, haberciliğin neresinde görülmüş bu denli iğrençleşilmek?

Biz hassas milletiz, zaman zaman duyularımızı yitiriyor olabiliriz, ancak İstiklal Marşı'nı reklamlarda kullanmak gibi, Türk bayrağı şeklinde giysiler yapmak ya da şehit olan-olmayan askerlerimiz üzerinden fayda sağlamak gibi çabalar haklı bir tepki uyandırır.

Bu fotoğrafın üzerine logo koyulması konusunda fikir birliği mi yapıldı, yoksa densiz bir muhabir direk olarak logoyu, çalıştığı kurumun ve kendisinin egosuna yenilerek mi yapıştırdı orasını bilemeyiz. Tek bildiğim, bunun -bence- büyük bir terbiyesizlik olduğu. Böylesi fotoğraflarda şehit olan insanın yüzünün üzerine logo olmaz. Bunu böyle lanse etmek etik olmadığı gibi, ufak bir detay dahi olsa bu yaklaşım, kurumun duruşuna tepki doğurur.

Son bir şey daha; Fotoğrafın altındaki doğum ve ölüm tarihini görmek bile fotoğrafı damgalayan kimsede bir etki uyandırmadı mı? "Biz ne yapıyoruz?" demedi mi?
Yazık öyleyse.